Eğitim Alanında Yapılan İnkılaplar
EĞİTİM VE KÜLTÜR ALANINDA YAPILAN İNKILÂPLAR
Eğitim; bir insanın davranışında kendi yaşantısı yoluyla istediği değişmeyi meydana getirme sürecidir.
Eğitim, genellikle örgün eğitim şeklinde algılanarak, okullarda yapılan öğretme – öğrenme faaliyetlerini ifade eder. Bu anlamda devlet tarafından yürütülen bir hizmet olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kültür ise; bir milletin sahip olduğu maddî ve manevî değerlerin bütünüdür. Bu alandaki zenginlik bugün, milletin ve aynı zamanda devletin güçlülüğünün bir ifadesi olarak kabul edilmektedir.
Eğitim ve kültür günümüzde birbiriyle iç içe geçmiş vaziyette toplumun bilgili, dinamik ve problemleri çözebilen bir yapıda olmasını sağlar. Her devlet, kendi milletinin böyle olmasını arzu ettiğinden, varoluş felsefesi doğrultusunda bir eğitim ve kültür politikası belirleyerek uygular. Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti Devleti de yeni eğitim ve kültür politikaları benimsemiş ve bunları uygulamak maksadıyla eğitim ve kültür alanında da bazı inkılâplar gerçekleştirmiştir.
Şimdi gerçekleştirilen bu inkılâpları ele almaya çalışalım.
Eğitim Alanında Yapılan İnkılâplar
a) Tevhîd-i Tedrisât (Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi)
Kanununun Kabulü * –
Osmanlı Devleti’nde Selçuklular’dan devralınan geleneksel eğitim sistemiyle, 18. Yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa’dan esinlenerek kurulan yeni okulların yer aldığı bir eğitim sistemi mevcuttu. Müfredat programları ve kuruluş amaçları birbirinden çok farklı bulunan medreseler ile, Avrupa tipinde kurulmuş olan okullardan mezun olan insanlar, birbirlerinden oldukça değişik, hatta zıt dünya görüşlerine sahip oluyorlardı.
Devlete bağlı okullardan iki farklı insan tipi yetişirken, azınlıkların, yabancı devletlerin ve misyonerlerin giderek artan okulları da durumu daha karışık hale getiriyordu. Bu karışıklık sonucu zamanla ortaya çıkan mektepli – medreseli ayrımı, aydınlar arasında bölünmelere sebep olurken, aynı zamanda toplumun ilerlemesine de büyük engel teşkil ediyordu.
Bu durumun düzeltilmesi gerektiğini düşünen Mustafa Kemal, Millî Mücadele yıllarında yaptığı bir konuşmada, “Osmanlı Devleti’nde mevcut olan mektepli – medreseli çekişmesinin sona ermesi için, bu iki tip öğretim sisteminin ortadan kaldırılması gerektiğini, bütün memleket evladının yüksek öğretime kadar birlikte okutulması ve aynı bilim ve teknolojiyi öğrenmeleri lazım geldiğini, ancak böylelikle medreseler ve diğer vakıf okulları probleminin çözülebileceğini” vurguluyordu.
Yine O, 16 Temmuz 1921 tarihinde Ankara’da Maarif Kongresini açarken yaptığı konuşmada, “millî kültürün önemi ve gerekliliğinden bahsederken, aynı zamanda toplumun eğitim ve kültür konularındaki bölünmüşlüğünün de ortadan kaldırılması” hususuna dikkatleri çekiyordu.
Mustafa Kemal, 1 Mart 1922 tarihinde TBMM’nin üçüncü toplanma yılını açış konuşmasında yine bu konuya değinerek, eğitim ve öğretim alanında inkılâplar yapılması gerektiğinden bahsediyor ve yapılacak olan inkılâpların da; “milletimizin inkişâf-ı dehası ve bu sayede layık olduğu mertebe-i medeniyete irtikası bittabi âli meslekler erbabı yetiştirmekle ve millî harsımızı ilâ ile kabildir.” sözleriyle, milleti bu amaca ulaştıracak nitelikte olması gerektiğini ifade ediyordu. Ona göre, eğitim ve öğretim alanında yapılacak inkılâpların temel prensipleri ve hazırlanacak eğitim programı da; milletimizin sosyal ve hayatî ihtiyaçları ile çağın icaplarına uygun ve milliyetçi, medeniyetçi ve ilmî zihniyete sahip bir nesil yetiştirmeye yönelik olmalıydı.
Mustafa Kemal, eğitim ve öğretim birliğinin sağlanması hususunda gecikmenin meydana getireceği zararın, büyük olacağını düşünüyordu. Bu sebeple bu konuda da yapılacak olan işleri önceden planlamıştı. Bu plan çerçevesinde, zamanın Millî Eğitim Bakanı Vasıf Çınar Bey ve elli arkadaşı tarafından Tevhid-i Tedrisat (Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi) hakkında bir önerge hazırlanarak TBMM’ye sunulmuştu.
Bu önerge, 3 Mart 1924 tarihinde TBMM Genel Kurulu’nda yapılan görüşmelerden sonra kabul edilmiştir. Böylece Türkiye’de eğitim ve öğretim alanında birlik sağlanmıştır.
3 Mart 1924 tarih ve 430 kanun numarası ile kabul edilmiş olan Tevhid-i Tedrisat hakkındaki kanun aynen şu şekildedir:
Madde – 1) Türkiye dahilindeki bütün müessesât-ı ilmiye ve tedrisiye Maarrif Vekaletine merbuttur.
Madde – 2) Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti veyahut hususî vakıflar tarafından idare olunan bilcümle medrese ve mektepler Maarif Vekaletine devir ve raptedilmiştir. ,
Madde – 3) Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti bütçesinde mekâtip ve medarise tahsis olunan mebaliğ, Maarif bütçesine nakledilecektir.
Madde – 4) Maarif Vekaleti, yüksek diniyat mütehassısları yetiştirmek üzere Darülfünunda bir ilahiyat fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidemât-ı diniyenin ifası vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler kuşat edecektir.
Madde – 5) Bu kanunun neşri tarihinden itibaren tedrisât-ı umumiye ile müştegil olup şimdiye kadar Müdafaâ-i Milliyeye merbut olan askerî rüştî ve idadilerle sıhhiye Vekaletine merbut olan darüleytamlar, bütçeleri ve heyet-i talimiyeleri ile beraber Maarif Vekaletine raptolunmuştur. Mezkur rüştî ve idadilerde bulunan heyet-i talimiyelerin cihet-i irtibatları atiyen ait olacağı vekaletler arasında tahvil ve tanzim edilecek ve o zamana kadar orduya mensup olan muallimler orduya nispetlerini muhafaza edeceklerdir.
Madde – 6) İşbu kanun, tarih-i neşrinden itibaren muteberdir.
Madde – 7) İşbu kanunun icra-yı ahkâmına İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
Medreseleri kaldıran, bütün eğitim – öğretim kurumlarını tek bir çatı altında toplayan ve eğitimimize millîlik vasfı kazandıran bu kanun ile; aynı zamanda eğitimde yanlış uygulamalara ve bâtıl fikirlere yer verilmeyeceği de vurgulanmıştır.
Eğitim – öğretim alanında, bir başka değişiklik de 2 Mart 1926 tarihinde kabul edilen Maarif Teşkilâtı Hakkındaki kanun ile gerçekleştirilmiştir. Bu kanunla da laik eğitime uygun bir anlayışla, ilk ve orta öğretimin esasları belirlenerek, eğitim hizmetleri modern hale getirilirken, devletin izni olmadan hiç bir okulun açılamayacağı belirtilmiştir.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu, 7 Kasım 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 174. maddesinde belirtilen, İnkılâp Kanunlarının korunması kapsamında olup, Anayasanın kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılması ve yorumlanması söz konusu olamaz.
b) Latin Harflerinin Kabulü (Harf İnkılâbı)
Orta Asya’da iken, yani Müslüman olmadan önce, Göktürk ve Uygur alfabelerini kullanmış olan Türkler, İslamiyet’in kabulünden sonra, Arap alfabesini kullanmaya başlamışlardı. Bu çerçevede, diğer Müslüman Türk devletleri gibi, Osmanlı Devleti’nde de Arap alfabesi kullanılıyordu. Ancak, uzun yıllar Arap alfabesini kullanan Osmanlı Devleti’nde, 19. yüzyılın ortalarından itibaren bu alfabenin değiştirilmesi ya da ıslah edilmesi gerektiği şeklinde tartışmalar başlamıştı.
Aslında Arap harfleriyle Türkçe’yi yazmak ve okumak daima bir mesele olmuş ve yıllarca çalışmayı gerektirmişti. Daha doğrusu, Arap harfleri Arap fonetiğine uygun olarak hazırlanmış bulunduğundan, Türk diline uymaktan çok uzak idi. Bu sebeple Türk ağzı, müsait olmadığı bu harflerin hakkını vererek telaffuz etmek için oldukça zorlanıyordu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra, Arap alfabesinin bu durumu göz önünde bulundurularak, bazı aydınlar arasında, bu harflerin Türkçe’nin yapısına uymadığı görüşü ağırlık kazanmaya başladı. Özellikle Arap harflerinin okunup – yazılmasının zorluğu ve buna bağlı olarak ülkedeki okur – yazar oranının düşük olması, halkı büyük ölçüde okur – yazar yapmayı hedefleyen genç cumhuriyette, bu alfabenin değiştirilmesi hususunda bir tartışma başlatılmasına sebep olmuştu.
Bu tartışmalar devam ederken, Türkiye Cumhuriyeti’nde 1925 yılında gerçekleştirilen takvim ve rakamlar konusundaki değişiklikler, alfabenin de değiştirilebileceği konusunda kanaatları arttırdı. Buna bağlı olarak, 1926 yılında Bakanlar Kurulu tarafından, Dil Encümeni adıyla, dil konusunda uzmanlardan oluşan bir çalışma grubu kuruldu. Alfabenin değiştirilmesi ve yeni Türk alfabesinin hazırlanması ile ilgili çalışmalar yapmak üzere kurulan bu grup, bu tarihten itibaren, Latin harflerinin Türkçe’nin yapısına uyacağı düşüncesiyle, bu harfleri kullanan bir çok alfabeyi incelemeye başladı.
Dil Encümeninin bu konudaki çalışmaları devam ederken, Türkiye’de 1927 yılından itibaren, doktor reçetelerinin Latin harfleriyle yazılması uygun görüldü ve bununla birlikte alfabe konusundaki tartışmalar da ciddî boyutlara ulaştı.
Alfabe konusunda ciddî tartışmaların yaşandığı bu dönemde, Dil Encümeni, 26 Haziran 1928 tarihinde Ankara’da yaptığı bir toplantıda, bu konuda şimdiye kadar yapmış olduğu çalışmaları değerlendirdi. Yaklaşık iki yıl süren çalışmaların bir sonucu olarak da, 1928 yılında, içerisinde alfabe değişikliği ile ilgili neler yapılması ve nasıl bir yol izlenmesi gerektiğine dair hususların yer aldığı “Elifba Raporu” adıyla bir rapor hazırladı.
Bu konuda yapılan çalışmaları en baştan beri titizlikle izleyen Mustafa Kemal, 9 Ağustos 1928 tarihinde İstanbul’da, Dil Encümeni tarafından hazırlanan raporun sonuçlarını da göz önünde bulundurarak yaptığı bir konuşmada, “Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim ahenktar zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir.” diyerek, alfabenin değiştirileceği konusunda ilk haberi vermiştir.
Mustafa Kemal’in bu konuşmasından sonra, alfabenin değiştirilmesi ve yeni Türk alfabesinin kabul edilmesi noktasında nihaî hedefe ulaşmak maksadıyla çalışmalar hızlandırılmış ve bu çalışmaların sonucunda, 1 Kasım 1928 tarihinde Meclise, yeni Türk alfabesinin kabulü hakkında bir önerge sunulmuştur. Bu önerge, TBMM’de yapılan görüşmelerden sonra, aynı gün, “Türk Harflerinin Kabul ve Uygulanması Hakkında Kanun” adıyla kabul edilmiştir.
1 Kasım 1928 tarih ve 1353 numara ile kabul edilen ve 3 Kasımda yürürlüğe giren bu kanunun bazı maddeleri şu şekildedir:
Madde -1) Şimdiye kadar Türkçe’yi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Latin esasından alınan ve ilişik cetvelde gösterilen harfler, Türk harfleri adı ve hukuku ile kabul edilmiştir.
Madde – 2) Bu kanunun yayımı tarihinden itibaren devletin bütün daire ve müesseselerinde bütün şirket, devlet ve özel müesseselerde Türk harfleriyle yazılmış olan yazıların kabulü ve muameleye konulması mecburidir.
Madde – 3) Devlet dairelerinin her birinde Türk harflerinin devlet muamelatına uygulanması tarihi 1 Ocak 1929’u geçemez.
Madde – 4) 1 Ocak 1929’dan itibaren Türkçe basılacak kitapların Türk harfleriyle basılması mecburidir.
Madde – 5) Bütün okulların Türkçe yapılan öğretiminde Türk harfleri kullanılır. Eski harflerle basılan kitaplarla öğretim yasaktır.
Arap harflerinin terk edilerek, Latin harflerinin benimsenmesi suretiyle yeni Türk harflerinin kabulünü sağlayan bu kanunla, aynı zamanda, Türk fonetiğine uygun bazı değişiklikler de yapılmıştır. Ayrıca bu kanunla, bütün yurtta eğitim – öğretim seferberliği başlatılmış ve devlet dairelerindeki bütün yazışmaların yeni harflerle yapılması ile, her türlü basılacak malzemenin yeni harflerle basılması hükmü getirilmiştir.
Yeni harflerin kabulünden sonra, Mustafa Kemal bazı yerlerde bizzat dersler vermiş ve halka yeni harfleri öğretmek noktasında “başöğretmenlik” yapmıştır.
Yeni harflerin öğretilmesi ve halkın bu harflerle okuyup – yazmasının sağlanması konusunda yapılan çalışmalar daha sonraki dönemlerde de sürmüştür. Bu çerçevede, 1 Ocak 1929’da Millet Mektepleri açılarak halkın okuma – yazma öğrenmesi temin edilmeye çalışılırken, 31 Mayıs 1933 tarihinde kabul edilen bir kanunla da, İstanbul Darülfünunu kapatılarak, yerine yeni bir üniversite kurulması kararlaştırılmıştır.
c) Üniversite Reformu
Üniversiteler; eğitim – öğretim yapmak, nitelikli insan gücü yetiştirmek gibi klasik amaç ve görevlerinin yanında, araştırma yapmak, bilgi üretmek, bu bilgileri yayıp korumak, topluma önderlik etmek ve kamuoyu oluşturmak şeklinde amaçları da olan özerk kuruluşlardır. Bu sebeple, bir toplumun kalkınma ve gelişmesini sağlayacak temel unsurlardandırlar.
Bu özellikleriyle üniversite, her alanda ileri gitmek düşüncesi taşıyan genç Türkiye Cumhuriyeti için en önemli kurumlardan birisidir. Çünkü üniversite, hem inkılâpları anlayacak ve onları koruyacak hem de dönemin dinamik yapısına itici bir güç olarak katkıda bulunacak insanların yetiştirilmesini sağlayacak bir kurum olacaktır. Dolayısıyla üniversite, genç Cumhuriyetin ideallerine ulaşabilmesi noktasında kendisinden önemli hizmetler elde edilebilecek bir kurum durumundadır.
Bu sebeple Türkiye’de yeni bir üniversitenin açılması için çalışmalara başlanmış ve bu çerçevede, dönemin Millî Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey tarafından, üniversite konusunda bir araştırma yapmak üzere, İsviçre’den Prof. Dr. Albert Malche Türkiye’ye davet edilmiştir. Prof. Malche, çalışmaları sonunda, içinde bir üniversitenin açılması için neler yapılması gerektiğine dair bazı önerilerin yer aldığı bir rapor hazırlayarak Atatürk’e sunmuştur.
Daha sonra Almanya’dan getirilen 15 profesörün de bu çalışmaların içine katılması ve getirdikleri öneriler doğrultusunda bir Üniversite Reform tasarısı hazırlanmıştır. Bu tasarının 31 Mayıs 1933 tarihinde kabul edilmesiyle de İstanbul Darülfünunu kapatılmış ve yerine 1 Nisan 1934’te eğitim ve öğretime başlamış olan İstanbul Üniversitesi kurulmuştur.
Gerçekleştirilen üniversite reformu ile yüksek öğretim alanında şu yenilikler getirilmiştir:
1) İlmî ve idarî özerklik sağlanmıştır,
2) Her dalda öğretim elamanı yetiştirilmiş ve akademik kariyer almak işi kanunla düzenlenmiştir,
3) Üniversitelerin bütçeleri eskisi ile kıyaslanamayacak kadar arttırılmış ve katma bütçe ile idaresi sağlanmıştır,
4) Öğretim ve araştırma araçları arttırılmıştır.
Yüksek öğretim alanında ilk olarak bu tarihte yapılan reform niteliğindeki çalışmalar daha sonraki yıllarda da devam etmiş ve bu çerçevede gerek yeni yüksek öğretim kurumlarının açılması ve gerekse bu kurumların yeniden yapılanması ile görev ve faaliyetleri hususunda değişik çalışmalar gerçekleştirilmiştir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.