Sosyal Alanda Yapılan İnkılaplar
SOSYAL ALANDA YAPILAN İNKILÂPLAR
Bu alanda yapılan inkılâplar; toplum hayatına bir çeki düzen vermek, Batı standartlarında bir sosyal hayat oluşturmak ve Batı ile olan ilişkilerde bir kargaşaya meydan vermemek maksadıyla gerçekleştirilmişlerdir. Bu sebeple, Türk Milleti’ne özgü bazı hususlar hariç, genellikle Batılı örnekler esas alınarak vücuda getirilmişlerdir.
Şimdi bu çerçevede gerçekleştirilmiş olan inkılâpları ele almaya çalışalım.
1. Kılık – Kıyafette Değişiklik
Türk Milleti’ne her alanda çağın icaplarına göre bir görüntü ve kimlik kazandırmak düşüncesini taşıyan Mustafa Kemal, kılık – kıyafet konusunda da bir inkılâbın gerekliliğine inanıyordu. Bu noktada, Türk Milleti’nin Batılılaşmasını sağlamak amacıyla girişilen harekette; Batı medeniyetinin bir bütün olarak ele alınmasını ve bunun bir gereği olarak da, medenî kıyafetlerin kabul ve tatbik edilmesini istiyordu. Bu maksatla halka, giydikleri kıyafetlerin millî olmadığını ve daha medenî bir görüntüye bürünmesi gerektiğini, 24 Ağustos 1925’te Kastamonu ve İnebolu’ya yaptığı seyahatlerde anlatıyor ve başında taşıdığı şapkayı da halka göstererek, “Biz her nokta-i nazardan medenî insan olmalıyız. Fikrimiz, zihniyetimiz, tepeden tırnağa kadar medenî olacaktır. Medenî ve beynelminel kıyafet, milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz.” diyordu.
Mustafa Kemal’in bu konuşması ve bu konudaki kararlılığının bir sonucu olarak, Bakanlar Kurulu, 2 Eylül 1925’te memurların şapka giymeleri yönünde bir karar almıştır. Ancak, Meclis bu kararı Anayasaya aykırı bularak kabul etmek istememiştir. Bunun üzerine 25 Kasım 1925 tarihinde TBMM’de şapka giyilmesi hakkında bir kanun kabul edilmiştir.
Yine 2 Eylül 1925 tarihinde alınan kararla din adamı dışındaki kişilerin cüppe ve sarık giymelerini yasaklamıştır. Daha sonra, kılık – kıyafet konusunda sürdürülen çalışmaların bir sonucu olarak, 3 Aralık 1934 tarihinde alınan bir kararla da, din adamlarının, dînî kıyafetlerini, en yüksek din görevlisi hariç, sadece ibadet yerlerinde giymeleri esası getirilmiştir.
Böylelikle, cumhuriyetin ilk yıllarında, kılık – kıyafet alanında gerçekleştirilen inkılâplarla ülkede bu alanda birlik ve beraberlik sağlanmış ve halka daha modern bir görüntü kazandırılmıştır.
2. Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması
Selçuklular ve Osmanlılar zamanında, Anadolu’nun Türkleşmesinde ve halkın Türk – İslam sentezi içinde yoğrulmasında büyük hizmetleri geçen, Tarikatlar ve bunların kurumlaşmış şekli olan Tekkeler, daha sonraki yüzyıllarda asıl fonksiyonlarını kaybetmişlerdi. Dolayısıyla, gerçek anlamda varlık sebeplerini yitirmişlerdi.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, rejimi sağlamlaştırmak ve iç düzeni sağlamak maksadıyla bir takım inkılâplara girişilince, Tekke ve Zaviyeler, gerçekleştirilen bu inkılâplara karşı çıkmaya başlamışlardı. Halbuki, yeni cumhuriyet rejiminde, bu rejime ve inkılâplara karşı olan ve bu sebeple halk üzerinde olumsuz tesirler yapabilecek böyle kuruluşlara ve yapılanmaya yer yoktu. Bu durum, Mustafa Kemal’in 30 ağustos 1925 tarihinde yaptığı konuşmada da açıkça dile getiriliyordu. O, bu konuşmasında; “Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.” diyerek, düşüncesini ve kararlılığını ifade etmişti.
Bu düşünce ve kararlılığın eseri olarak da, 30 Kasım 1925 günü kabul edilen bir kanunla, Tekke, Zaviye ve Türbeler kapatılırken, şeyhlik, dervişlik, dedelik, müritlik vs gibi unvan ve lâkapların kullanılması yasaklanmıştır.
3. Takvim, Saat, Ölçüler ve Rakamlarda Değişiklik
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nde, her alanda Batı medeniyetini yakalamak ve uluslararası normlara göre bir sistem kurmak düşüncesi mevcut idi. Bu sebeple, Batı ülkeleri ile ilişkilerde problem teşkil edecek olan unsurlardan kaçınılıyordu. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti’nden kalan takvim, saat, ölçü ve rakamların, ilişkilerde doğabilecek yanlış anlama ve çelişkilerin önüne geçebilmek için, Batılı örneklere göre değiştirilmesi fikri önem kazanmıştı.
Bu çerçevede, Batı medeniyeti ile olan bu farklılığı ortadan kaldırmak maksadıyla, 26 Aralık 1925 tarihinde kabul edilen bir kanun ile, Osmanlı Devleti zamanından beri kullanılmakta olan Hicrî ve Rumî takvim kaldırılarak yerine Miladî takvim kabul edilmiş ve yine aynı tarihte milletlerarası saat uygulaması da benimsenmiştir.
Bu alanda, adı geçen tarihte gerçekleştirilen bu değişikliklerin yanında, aynı yıl alınan bir kararla, Arap rakamları da bırakılarak, yerine milletlerarası rakamlar denilen Avrupa rakamları kabul edilmiştir.
Daha sonraki dönemde, bu konularla ilgili olarak yapılan çalışmaların sonucu olarak da, 26 Mart 1931 tarihinde kabul edilen bir kanunla, arşın, endaze, okka, çeki gibi bölgelere göre farklılık gösteren ağırlık ve uzunluk ölçüleri kaldırılmış ve yerlerine, dünyanın yaygın olarak kullandığı, metre ve kilogram gibi ölçüler kabul edilmiştir.
Gerçekleştirilen bu değişikliklerle hem ülke içinde, hem de milletlerarası siyasî, sosyal, ekonomik ve ticarî ilişkilerimizin düzenlenmesinde büyük kolaylıklar sağlanmıştır.
5. Soyadı Kanununun Kabulü
Eski toplum düzenimizde ailelerin, dînî, sosyal, ailevî ve asalet kaynaklı lâkaplar taşıması, gerek insanlar arasında bir ayrım yapılması noktasında, gerekse toplumsal ilişkilerde ve nüfus, askerlik işlerinde büyük karışıklıklara sebep oluyordu. Bu durum, cumhuriyetin bütün insanları eşit kabul eden özüyle bağdaşmıyordu. Dolayısıyla hızla modernleşen Türk toplumunda bu gibi bölünmüşlüğe yer yoktu.
Cumhuriyet Türkiye’sinde, hiç bir bölünmenin olmadığı, kaynaşmış bir Türk Milleti’nin oluşturulması temel hedeflerden birisi idi. Bunu sağlamak için cumhuriyetin 10. yılı kutlamaları, “Hiç bir farklılığın olmadığı kaynaşmış bir Türk Milleti’nin ortaya çıkarılması ve milletin çağdaşlaşmasının önündeki engellerin kaldırılması” parolasıyla kutlanmıştı.
Bu parolanın özüne uygun olarak gerçekleştirilen çalışmalar neticesinde, birlik ve bütünlük içerisinde bir toplum meydana getirmek ve yukarıda zikredilen sahalarda ortaya çıkan karışıklıkları ortadan kaldırmak amacıyla, 21 Haziran 1934 tarihinde Soyadı Kanunu kabul edilmiştir.
Bu kanuna göre; her Türk kendi adından başka ailesinin ortak olarak kullanacağı bir soyadı alacak, ancak alınacak olan soyadları Türkçe olup, yabancı milletlere ait adlarla ahlaka aykırı ve komik adlar alınmayacaktı.
24 Kasım 1934 günü kabul edilen bir kanun ile de, TBMM, Millî Mücadele kahramanı olan, Türk Milleti’nin atası ve önderi Mustafa Kemal Paşa’ya, sadece O’na mahsus olarak Atatürk soyadını vermiştir.
Yine bu tarihte, ağa, hacı, hafız, molla, hoca, efendi, bey, beyefendi, hanım, hanımefendi, paşa, hazretleri gibi unvan ve lâkapların soyadı olarak alınması yasaklanmıştır.
Soyadı Kanunu’nun kabul edilmesiyle, toplum hayatında yeni bir düzen ve disiplin sağlanırken, aile ve fertlerin de tam olarak tanınması mümkün olmuştur.
5. Millî Bayramlar ve Tatil Günlerinin Belirlenmesi
Her millet, tarihî süreçte geçirdiği iyi ve kötü olayları, gelecek nesillere aktararak, onların bu olaylardan ders almalarını sağlamak ister. Bu durum, milletlerin geleceklerini güvence altına almak düşüncesiyle yakından ilgilidir. Çünkü, böylelikle yeni nesiller, ileride bu tür olaylarla karşılaştıkları zaman, bu olaylara bakarak yapmaları gereken işler hakkında fikir sahibi olabileceklerdir.
Bu düşüncenin eseri olarak, Millî Mücadele’yi gerçekleştirerek, Türkiye Cumhuriyeti’ ni kuranlar da, Millî Mücadele’nin hangi şartlarda kazanıldığı ve cumhuriyetin nasıl kurulduğu hadisesinin bütün millet ve yetişecek yeni nesiller tarafından bilinmesini ve ona göre sahip çıkılmasını istiyorlardı. Bunu da, Millî Mücadele içerisinde önemli olayların yaşandığı günleri, birer Millî Bayram olarak kabul etmek ve kutlamak şeklinde yaparak, ilelebet yaşatmak düşüncesinde idiler.
Bu amaçla, daha 23 Nisan 1921 tarihinde TBMM’ye verilen bir önerge ile, 23 Nisan gününün, Türk Milleti’nin bağımsızlığını elde ettiği gün olarak Resmi Bayram kabul edilmesi ve kutlanması istenmişti. Aynı gün kabul edilen bu önerge ile daha bu tarihte 23 Nisan, Millî Bayram olarak kabul edilmiş ve kutlanmıştır.
Hem, Millî Bayramları kabul ederek gelecek nesillere aktarmak, hem de Batı medeniyeti ile her konuda uyum sağlamak düşüncesindeki Atatürk ve arkadaşları, Batı ülkeleriyle olan ilişkilerimizde, farklı günlerde olması sebebiyle zorluk ve karışıklık meydana getiren Haftasonu Tatilinin de değiştirilmesi gerektiğine inanıyorlardı.
Bu sebeple, bu konuda yapılan çalışmaların bir sonucu olarak, 27 Mayıs 1935 tarihinde, TBMM’de Millî Bayramlar ve Genel Tatiller hakkındaki kanunun kabulüyle, Millî Bayramlar tespit edilirken, Haftasonu Tatili konusunda da Batıya uygun olarak istenilen değişiklik yapılmıştır.
Haftasonu Tatili konusunda yapılan değişiklikle, Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerinde engel teşkil eden bir durum daha ortadan kaldırılmıştır.
6. Kadın Haklarının Kabulü
Başta Atatürk olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar, Türk Milleti’nin erkek – kadın bütün fertleri arasında hiçbir ayrım yapılmadan, çağdaşlaşması ve kalkınması gerektiği düşüncesinde idiler. Dolayısıyla, şimdiye kadar ki toplum hayatında aktif olarak yer alamamış olan Türk kadınlarının, bir an evvel aktif hale getirilmeleri ve bunu sağlayacak bazı kanunî düzenlemelerin yapılması gerektiğine inanıyorlardı.
Özellikle Osmanlı toplum hayatında kadınların statüleri gereği erkeklerden daha geride olmalarına rağmen, Millî Mücadele sırasında tereddüt etmeden erkeklerin yanındaki yerlerini almaları ve Millî Mücadele’nin hep beraber kazanılmış olması hadisesi, onları bu düşünceye sevk eden olayların başında geliyordu. Bu sebeple, zor günlerde cepheye silah ve cephane taşıyan fedakâr Türk kadınının toplumdaki yeri ve durumu konusunda erkeğinkinden farklı düşünmek doğru değildi.
Atatürk, Türk Milleti’ni kalkındırmak ve çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırmak isterken, kadınların bunun dışında tutulmasının mümkün olamayacağını belirtiyor ve 21 Mart 1923 tarihinde yaptığı bir konuşmada, kadınlara bir takım haklar tanınması gerektiği üzerinde duruyordu. Yine bu konu ile ilgili olarak; “Bir millet kadın ve erkekten meydana gelir. Mümkün müdür ki, bir topluluğun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin?” diyerek, konunun önemini açıkça ortaya koyuyordu.
Özellikle Atatürk’ün bu konudaki düşünce, çalışma ve direktifleri neticesinde, kadınlar, 17 şubat 1926 tarihinde Medenî Kanun’un kabulünden itibaren kademeli olarak, hak ettikleri medenî, siyasî ve sosyal haklarına kavuşmaya başlamışlardır. Kadınlar, aile hukuku konusunda büyük haklar ve erkeklerle eşitlik sağlayan Medenî Kanun’un kabulünden sonra, 3 Nisan 1930’da çıkarılan Belediye Kanunu ile, Belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkını elde ederlerken, 26 Ekim 1933 tarihinde de Muhtarlık seçimlerinde aynı hakka kavuşmuşlardır. En nihayet, 5 Aralık 1934’te yapılan Anayasa değişikliği ve kabul edilen Milletvekili Seçimi Kanunu’yla, Milletvekili seçme ve seçilme hakkına sahip olmuşlardır.
Böylece cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleştirilen bu çalışmalar sonucu Türk kadınları, bir çok Avrupa ülkesindeki kadınlardan daha önce seçme ve seçilme hakkını elde etmişler ve bu hakkı kullanmaya başlamışlardır.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.