Beşyüzüncü Fetih Yılı Münasebetleriyle Bazı Düşünceler
Beşyüzüncü Fetih Yılı Münasebetleriyle Bazı Düşünceler
İstanbul’umuzun 500. fetih yılı münasebetiyle tarihin bu büyük vakıası ve baş kahramanı olan şahsiyet etrafında memleketimizde ve yabancı diyarlarda son birkaç sene içinde yazılan çeşitli yazılar ve yapılan konuşmalar az değildir. Fetih vakıasının teferruat ve tafsilatı üzerinde duruldu. Hükümdar ve şahıs olarak Fâtih’in meziyetleri, eserleri ele alındı. İstanbul şehri konusu da ihmal edilmedi. Nihayet bu mühim vakıanın ehemmiyeti, tesir ve neticeleri hakkında da kıymetli mütalaalar ve görüşler ileri sürüldü. Yaptığım bir konuşmada ben de bazı mülahazalarımı izaha çalışmıştım. Daha değerli tenkit ve düşüncelere yol açabileceği düşüncesiyle bunların bir kısmını tesbit ve neşretmeyi uygun buluyorum. Kanaatimce tarihî vakalar ne çapta ve akisleri ne derecede olursa olsun, bunlara, hatta yaratıcı gibi görünen müstesna şahıslar da karışmış olsa, yine mahdut şahıs veya tesadüflerin mahsulü sayılamaz. Bu vakaları layıkıyla değerlendirmek ve manalarını belirtmek için bunların; mazinin muhtelif istikametlerinden gelip daha sonraki devirlere doğru uzanan çeşitli hadiseler, sosyal, kültürel ve ekonomik şartlar ve müesseseler zincirlerinin hangi halkaları ile ilgili olduklarına dikkat etmek gerektir. Bundan dolayı siyasi vakaların yerlerini, yine sosyal, ekonomik ve kültürel şartlar ve müesseseler içinde ele alarak tayin etmek, sağlam hükümler verebilmek için zaruridir. O halde İstanbul’un, dünyanın bu müstesna şehrinin, Türklere intikali vakasında da, mevki almış olan şahsiyetlere ve bilhassa başta Fâtih’in şahsına hususi ve istisnai bir kıymet vermek, ona karşı bir hayranlık duymakla beraber, bu vakayı; günün şartları gözönünde tutularak, Türk milletinin ve Türk sosyal bünyesinin aktif ve yaratıcı dehâsının eseri, buna karşı mağlup Bizans’ın ve hatta dünyanın o devrinde, komşu memleketlerin ve Avrupa’nın nisbî pasif durumunun bir neticesi saymak daha doğru olur.
Herkesçe malumdur ki;
– Bizans’ın ilk temeli, eski çağda, bir Yunan koloni sitesi olarak atılmış ve fakat hinterlandları ile büyük bir alakası bulunmayan diğer koloniler gibi, coğrafi mevkiinin müstesna vasıflarına rağmen, büyük bir inkişaf gösterememiştir.
– Bizans’ın coğrafi mevki olarak, ehemmiyeti, ancak Roma İmparatorluğu’nun inkişafından sonra takdir olundu ve Büyük Kostantin, hristiyanlara dayanarak imparatorluğu ele geçirdikten sonradır ki, memleketinin doğu kısmının politika bakımından ağır bastığını görerek, merkezini Roma’dan Bosfor sahillerine doğru kaydırmayı uygun buldu. Bu suretle husûfe uğramak üzere bulunan paganizmin ağırlık merkezinden uzaklaşmış, aynı zamanda kendisi için bir kuvvet ve istinat kaynağı olan Hristiyanlığın geniş ölçüde yayılmış bulunduğu bölgede emin bir vaziyet elde etmiş oldu. Fakat geniş imparatorluğun Doğu ve Batı kısımları arasında bir taraftan din ve dil farkları ehemmiyet payda ediyor, diğer taraftan, askerî kumandanların ihtirasları ve uzak hudutlarda beliren tehlikeler ile uğraşılırken, geniş sahalar üzerinde gittikçe daha çok hissedilen münakale ve muhabere güçlüklerini yenecek gayretleri teksif etmek mümkün olamıyordu.
*Çok geçmeden imparatorluk ikiye bölündü. Lakin bu Doğu ve Batı Roma imparatorlukları da az zaman içinde bütünlüklerini kolaylıkla muhafaza edemeyecek hale geldiler; diğer taraftan, resmen tanınmış olan Hristiyanlık içinde de mezhebî münakaşalar gittikçe tehlikeli bir şekil almakta gecikmedi. Telif gayretleri yeni mezheplerin bile ayrılmasını önlemeyemiyordu. Bu ihtilaf ve ayrılıklara, çok geçmeden, imparatorlukların hududlarını doğudan tehdit eden tazyikler inzimam etti. İlk önce Karadeniz’in şimalinden batıya doğru akınlar belirdi. Batı İmparatorluğu’nun sosyal ve ekonomik nizamı sarsılmış bulunduğu için, yeni kavimler, bazan harpsiz sızarak, bazan da zorlayarak, imparatorluğun en cenup ve en batı noktalarına kadar sokulmaya ve yayılmaya imkan buldular. Bu imparatorluğun nasıl parçalandığını ve Avrupa’nın, nasıl yeni bir etnik manzara aldığını, mevzuumuzu doğrudan ilgilendirmediği için tafsile lüzum görmüyoruz.
Merkezi, Büyük Kostantin’in yeni Roması yani Kostantin beldesi olan Şarkî Roma İmparatorluğu‘na gelince, ilk büyük akının yolu dışında kaldığı, coğrafi mevkii de müdafaaya daha elverişli bulunduğu için seri bir istiladan kurtulduğunu müverrihler izaha çalışırlar. Akınların serpintileri bu ülkeyi de zaman zaman sarsmıyor değildi. Fakat Kostantin beldesinde oturanların, siyasi tedbirlere başvurarak ve iskân yoluyla etnik aşılamalar sağlayarak, bu ufak fırtınaları geçiştirmeyi bildiklerini de yine tarihçiler ilave ederler.
* Büyük şöhret kazanmış olan bu belde, Bosfor’u ve dolayısıyla Karadeniz’i kontrol ediyordu. Mısır ülkesi de imparatorluğun bir cüz’ü idi. Bu sebeple Asya’dan gelen ticaret yollarından mühim hisseler alabiliyordu. Bu servetle hem beldeye yeni sanat âbideleri kazandırılıyor, hem de hudutlarda beliren ve içeri sokulan cengâver yeni unsurları orduda kullanmak suretiyle, VI. asırda, zahiren parlak bir istila siyaseti takibine bile imkan bulunuyordu. Filhakika, Batı Roma İmparatorluğu’nun Cermenler eline geçerek ayrı bir devlet haline gelmiş olan bazı parçaları tekrar Şarkî Roma İmparatorluğu’nca zaptolundu. Doğuda İran yaylasındaki hükümetlerle olan mücadelelerde de, zaman zaman başarılı müdafaa harpleri yapıldı. Şarkî Roma, eski Roma İmparatorluğu’nun hudutlarına ulaşır gibi oldu. Lakin tecavüzî veya tedafüi olsun, bu harplerde elde edilen başarılar sadece askerî idi.
VII. asırda İslâm’ın zuhuru ile, Araplar da yeni bir din ideali ile şimale doğru yayılmaya başladılar. Mısır’ın, Şimalî Afrika’nın ve Suriye’nin elden çıkması, imparatorluğu, yalnız geniş topraklardan mahrum etmemiş, aynı zamanda mühim bir ticaret yolundan da uzaklaştırmıştı. Fakat Arapların, zaman zaman, Anadolu’ya sokulmalarına, hatta İstanbul’a kadar gelerek bu beldeyi muhasara etmelerine rağmen, imparatorluk için tehlike, yine askerî mahiyeti aşmadı. Halbuki şimalde de hudut ötesinde kavimlerin yer değiştirmeleri devam ediyordu. Romalıların evvelce kurdukları tamponlar, aldıkları askerî tedbirler, nasıl Batı Roma İmparatorluğu’nu yıkan akınlara mani olamamış ise, Şarkî Roma’nın askerî ve siyasi tedbirleri de muhtelif menşeli kavimlerin, Tuna hudutlarını müsadeli-müsadesiz aşarak Balkan yarımadasına girmelerini tamamıyla önleyemiyordu. Lakin burada Turanî kavimlerin hareketleri ve sızmaları sürekli olmayıp, Slav kütlesi içinden geçen ve arkası gelmeyen küçük dalgalardı. Bunları orduda kullanmak, münasip yerlerde yerleştirmek ve zamanla temsil etmek o kadar güç olmuyordu. Slav kavimleri ise daha yavaş yayılıyor, fakat büyük kesafet arzediyordu.
İşte Şarkî Roma İmparatorluğu için büyük tehlikelerden biri belirmişti. Dikkat edilecek nokta, istilanın askerî değil, kavmî mahiyet taşıması idi. Büyük yeni kafilelerle beslendiği için öndeki Slav kütleleri, yerleştikleri yerlerde Turanî de olsalar, daha evvel yer almış bulunanları da kendi kültür hamurları içinde eritiyorlar, kendi kültür damgalarını vuruyorlardı. Bunların en güzel örneği Tuna’nın beri yakasında Bulgaristan’da görülmüştür. Gerçi gelen Slav kafileleri Hristiyanlığa kazanılabiliyordu. Fakat Slav dili, Grekçe’yi de, Turanî dilleri de zamanla unutturuyordu. Bu suretle tehlike, milli ve daimi bir mahiyet alma istidadı gösteriyordu. Slavların Ortodoksluğu kabul etmiş olmaları, Şark kilisesi ve patrikliği için bir başarı gibi görünebiliyordu. Hakikatte bu başarı zahirî idi. Slavlar biraz daha sokulup yayıldıkları ve Balkan yarımadasında hakimiyeti ele geçirdikleri takdirde, kilise teşkilatına da nüfuz edebilecekler, Grek unsur ve kültürüne daha kesafetle katacaklar, Slav kam ve kültürü ile belki de Grek-Elen kültürünü, yaşayan bir varlık halinden çıkarıp, ancak tarihî bir hatıra haline getirebileceklerdi.
XI. asırdan itibaren Şarkî Roma İmparatorluğu’nun doğu hudutlarında beliren yeni ve büyük bir tehlike de Bizans İmparatorluğu’nun siyasi mevcudiyeti için büyük bir tehdit teşkil edecek gibi görünüyordu. Lakin hiçbir kimse bu yeni istilanın Grek-Elen milli varlığı ve kültürü için istikbalde kurtarıcı bir rol oynayabileceğininin farkında olmadı.
Filvaki Oğuzlar, İran ve Irak’ı aşarak Doğu Anadolu’ya girmişler, Malazgird’de siyasi ve askerî bir varlık olarak Bizans İmparatorluğu’na öldürücü bir darbe indirdikten sonra bütün Anadolu’ya yayılarak yerleşmişlerdi. Türkler, İslâm âlemi içinden geçtikleri için İslâmiyet’e kazanılmıştı. Bu itibarla onların zaferi, Bizans İmparatorluğu için olduğu kadar Hristiyanlık âlemi ve bilhassa Ortodoks kilisesi için de büyük bir hezimet sayılabilirdi. Doğrusu, Türkler, yalnızca büyük hayatiyeti haiz genç ve dinç bir ırka mensup değiller; aynı zamanda yeni bir din idealine ve o dini yaymak için cihad vecd ü heyecanına da sahip olmuşlardı. Bu sebeple Bizans görüş zaviyesinden, bunları Hristiyanlığa kazanmak suretiyle temsil etmeyi ve hiç olmazsa yumuşatmayı mümkün görmek bir hayalden ibaretti.
Slavlar, Balkan yarımadasının yalnız bir kısmına sokulup yerleşmişlerdi. Halbuki Türkler, Bizans ordularını ric’ate icbar ederek orduları ile Anadolu şehirlerine ve yollarına hâkim olduktan sonra, birbirini takip eden aşiretler ve kavmî kafileler halinde, Anadolu yaylalarına yayılıyor ve ovalarla sahillerdeki ordularını devamlı olarak besleyebilecek insan hazineleri yığıyorlardı. Bu sebeple doğudan gelen bu yeni tehlike de, batıdaki Slav tehlikesi gibi, milli bir mahiyet arzediyordu. Her iki tehlikenin müşterek vasfı, Şarkî Roma’nmkinden ayrı birer milli varlığın, imparatorluğun hudutları içerisine sokulup yerleşmesinden ibaretti. Fakat Hristiyanlığı dolayısıyla, Greklerle tedricen kaynaşabilecek gibi görünen Slav kütlesi, yavaş yavaş yayılıp yerleşirken, İslâmlığı sebebiyle Greklerle kolayca kaynaşamayacak gibi görünen Türkler, siyasi ve askerî teşkilata sahip olarak, süratle siyasi bir hakimiyet tesis ediyorlardı. Slavlar da, teşkilatlanıp bir sevk ve idareye tâbi oldukları taktirde âcil bir tehlike olabilirlerdi. Artık Bizans İmparatorluğu’nun varlığını devam ettirmesi meselesi tedricen vuzuh kazanıyordu.
Kostantin beldesi, bir merkez ve bir baş olarak yaşayabilmek için, kendisini besleyecek ve müdafaa edecek bir gövdeye muhtaçtı. Bu gövdenin Balkan yarımadasındaki batı kısmı, tesiri zamanla görülecek bir hastalığa tutulmuştu. Doğu tarafı ise, büyük bir kısmı itibariyle, bir hamlede koparılıp elinden alınmıştı. Başa vurulacak son darbeye gelince, doğudan mı batıdan mı gelecekti? Bunu vakalar gösterecekti.
Kostantin beldesi, Anadolu’yu kaybettikten sonra kendi yağıyla kavrulmaya mecbur olmuştu. Beldenin, Ortaçağ tahkimatının en mükemmel bir numunesine sahip olması, hayatının devamı için ümit veriyor gibi idi.
– Fakat milli olmak şartıyla kuvvetli bir orduyu nereden bulacaktı?
– Tarihinin birçok devirlerinde kullandığı gibi yine ücretli bir ordu istihdam edecek kadar zengin iktisadi kaynaklara sahip mi idi?
Asya’dan gelen ticaret yollarından Mısır’a ineni çoktan elinden çıkmıştı. Mısır’ın siyasi hakimleri birbirini istihlaf eden müslüman devletleri idi. Büyük kazancı bunlarla, Akdeniz’deki ticaret donanmaları dolayısıyla Venediklilerin, yani İtalyanların idi. Karadeniz limanlarına inen şimal yolundan da, bu yolun mahreci Bosfor olduğu halde, Bizans büyük kazançlar sağlayamıyordu. Trabzon İmparatorluğu ile Kırım hanlığındaki limanlardan sonra yine İtalyan cumhuriyetlerinden Ceneviz Cumhuriyeti, Karadeniz ve boğazlardaki nakliyattan istifade etme yolunu bulmuştu. Bizans’ın karşısında Galata’nın mevcudiyet ve rolü, bunu açıkça gösterir.
Bizans İmparatorluğu, Balkanlar’dan ve Anadolu’dan gelebilecek istilaların tehdidine maruz bir vaziyette iken, yeni ve ani bir baskına uğradı ve siyasi mevcudiyetine bir müddet için son verildi.
Oğuz-Selçuk istilasının bir aksü’l-ameli gibi de görebileceğimiz ilk haçlı seferleri esnasında Kudüs’ü kurtarmayı düşünen ordular, bazan, Bizans İmparatorluğu içinden yol aramışlardı. Fakat dördüncü haçlı seferi, soysuzlaşarak XIII. asrın başında Kostantin beldesini ele geçiri verdi ve bir Latin imparatorluğu kurdu. Tehlike ani fakat muvakkat oldu; çünkü bu zafer de, daha ziyade askerî idi. Çoktan ayrılmış olan Ortodoks ve Katolik kiliseleri arasındaki zıddiyet, hakim Latin unsurunun beldeyi yağma etmiş olması, idare tarzı ve kültür farkı, Paleologların sevk ve idaresi altında Grek milletinin, kilise teşkilatı ile işbirliği yapmasında müessir oldu ve köksüz, mesnetsiz Latin İmparatorluğu Bosfor’dan sökülüp atılabildi.
Selçuk İmparatorluğu’nun parçalanması, haçlı orduları ile uzun mücadele, Moğol istilasının Batı Asya’ya kadar tesirlerini göstermesi, Türklerin Bizans’a son darbeyi indirmelerini geciktirdi. Anadolu Selçuk devletinin de nihayete ererek birtakım beyliklere ayrılması Bizans’a şarktan gelecek tehlikeyi azaltır gibi oldu. Fakat Bizans’ın tamamen kalkınması mümkün olmadı. Sadece zaman kazanıyordu; çünkü Anadolu beyliklerinden Osmanoğulları, Marmara havzasına çekilmiş bulunan Şarkî Roma İmparatorluğu’nun hudutları üzerinde yer almıştı.
Orta Anadolu’yu Marmara havzasına bağlayan başlıca yolları, coğrafi mevkii dolayısıyla kontrol edebilen bu beylik, Anadolu’daki diğer beyliklerden farklı ve imtiyazlı bir durumda, Anadolu Türklüğünün liderliğini deruhte etmiş bulunuyordu. Beylikler birer birer Osmanlı beyliğine katılıyor, beylik gittikçe büyüyen bir kuvvet olarak Bizans İmparatorluğu’nu Marmara ve Bosfor sahillerine doğru çekilmeye icbar ediyordu. Çok geçmeden Yakın Şark’ın maddi ve manevi kuvvetleriyle desteklenen bu dinç kudret, bir hamlede Rumeli topraklarına da sıçradı ve sağlamca yerleşti.
Doğudan gelen tehlike büyümüş, Bizans surları civarına kadar sokularak tehdide başlamıştı. Fakat dikkate şayandır ki, tam bu sıralarda Sırbistan’da da mühim bir hareket gelişiyor, büyük bir Sırp devleti kurduktan sonra cenuba ve doğuya teveccüh eden Stefan Duşan da Bizans’ı sıkıştırıyordu. Bu kadar yaklaşan iki tehlikeden hangisi nihai zafere ulaşacaktı? İşte XIV. asrın ortalarına doğru halli gereken mesele bu idi.
Ani bir vaka, Stefan Duşan’ın vefatı, Slav tehlikesini birdenbire duraklattı. Hele bu enerjik hükümdarın bıraktığı mirasın paylaşılamaması, şansı Türklere bıraktı. Balkanlar’ın ve Bizans’ın mukadderatı artık beliriyordu; çünkü Slavların bu duraklamasına mukabil Türklerin hamlesi gelişmiş, bir taraftan Bulgaristan’ı ele geçirmiş, parçalanan Sırp devleti de tamamen müdafaaya geçmişti.
Bizans’ın ve imparatorluğunun akıbeti taayyün ediyordu. Köhne imparatorluğun elleri, ayakları, hatta bedeni başından ayrılmış bulunuyordu. Üstelik bu baş, râkid ve mütefessih dar bir muhit içinde kâbuslar geçiriyordu. Bu başı gafletten uyandıracak, manasız skolastik münakaşalar yüzünden görmez bir hale gelmiş gözlerini realiteye döndürecek taze kanla beslenen bir dimağ, ideal sahibi genç bir millet, artık mevcut değildi. Filhakika Kostantin beldesi ile civarına münhasır kalan imparatorluk enkazı, doğudan da batıdan da çevrilmiş, ilk çağdaki eski Bizans sitesi gibi hinterlandlarıyla irtibatını kaybetmişti. Hariçle münasebeti ancak deniz yolu ile sağlanabilirdi. Fakat bu yol da, uçları başka ellerde olduğu için, Kostantin beldesine eskisi kadar bile iktisadi kudret veremezdi. Bizans için kalkınmak, Balkanlar ile Anadolu’yu tutmak, onlara dayanmakla mümkün olabilirdi. Bu imkan kalmayınca kendisi için tarihe karışmak mukadder olacaktı. Bizans’ın elîm durumu, bir sürpriz teşkil etmiyordu. Birkaç asırdan beri belirip gelişen tehlikelerden biri, ağır, fakat emin adımlarla yaklaşıp kapıyı çalıyordu. Kapının açılmaması için onu sürmelemek kâfi değildi. Tehlikeyi uzaklaştırmak lazımdı. Bu da ancak tehlike teşkil eden maddi ve manevi kudrete muâdil bir kuvvete ihtiyaç gösteriyordu. Tek ümit, bu kuvvetin hariçten gelmesi idi.
Tarihi gözden geçirirsek bu ümidin tahakkuk sahasına çıkarılması için birçok teşebbüslere girişildiğinî görürüz. Bizans’ın kapısı Türkler tarafından zorlandıkça, Bizans’a sahip olma hayalinden vazgeçmeyen Balkan milletleri ile Tuna ötesindeki komşularının, mezhebi ihtilaflara rağmen, papalığın da teşviki ile, zaman zaman, saldırıları tekerrür etti. Fakat Türkler bunları önleyerek geriye sürüyor, tekrar aynı kapıyı çalacak hale geliyorlardı. Bu müz’ic ve ısrarlı ziyaretler, ziyaretçilerin kudretine olduğu kadar azim ve iradelerine de delâlet etmiyor mu idi? Garibdir ki batıdan gelen hücumlarla kıyas edilemeyecek bir kasırga, Timur kasırgası, doğudan kopup Osmanlı devletini kökünden sarstığı halde Türkler, o hengâme arasında bile, yine Bizans’ın kapısından ayrılmamışlardı. Bu kasırga, Osmanlıları, devlet olarak sarsmamış değildi. Fakat Türkleri, millet olarak ideallerinden uzaklaştıramamıştı. Bu inat ve ısrar, Türklerin, tarihle coğrafyanın telkin ettiği program ve iradesini kâfi derecede anlatmıyor mu?
Doğudan ve batıdan kara yolları ile gelen seller, Türk şeddini yıkamayınca, gelecek imdat, olsa olsa deniz yolundan sızabilecek kırıntı nevinden derme çatma kuvvetlere münhasır kalabilirdi. Nitekim Bizans’ın son safhasında da vakalar böyle tecelli etti. Bizans değirmenini döndüren gür sular kuruduktan sonra bu değirmeni taşıma su ile döndürmek kabil miydi? Halbuki doğudan gelip batıya doğru akan su, bir sel kuvvetinde idi ve etrafı bütün istila edip şehri kuşatmıştı. Netice artık tahakkuk edecekti.
Bizans, müstesna surlarının mukavemeti ile ve imparatorluğun artakalmış kuvvetine inzimam eden haricî yardımlarla bu son taşkın sele de belki bir defa daha dayanabilirdi. Fakat bu kurtuluş devamlı ve istikrarlı bir vaziyet temin edebilir miydi? Kaçınılınız netice elde edilinceye kadar kapı yine çalınacak, surlara yine tırmanılacaktı; çünkü bu son muhasara, müstesna bir şahsiyet de olsa, bir tek adamın iradesi mahsulü değildi. Bu, Türk milletinin ve müesseselerinin, tarihin seyri içinde tekevvün eden bükülmez ve değişmez iradesinin tecellisi idi.
Bu irade, son safhaya kadar, her sahada gittikçe daha kuvvetlenerek kendisini göstermişti. Hakikatte Türkler Bizans önlerine her gelişlerinde, bir evvelkine nazaran daha iyi hazırlanmış bulunuyorlardı. Güzelce Hisar’ın, daha sonra Rumeli Hisarı’nın inşa edilmesi, Ortaçağ harp vasıtalarının Türkler tarafından ne kadar iyi kullanıldığını gösterir. Zaten Türklerin, o zamana kadar mağlup ettikleri bütün milletlere nisbetle Ortaçağ silahlarını daha iyi kullandıklarını, devamlı zaferlerinden anlıyoruz. Fakat Bizans’ın fethi Türklerin yeni silahları da kullanma lüzumuna kani olduklarını gösterir. Türkleri Balkanlar’dan atmak isteyen batıdan gelme hücumlardan iyi ders alındığına ve günün şartlarına ve harp tarzlarına çok iyi intibak ettiklerine inanmak mecburiyetindeyiz. Barutlu ilk harp silahı olan topun, hem de büyük çapta olmak üzere, Bizans kalesini düşürmekte kullanıldığını ve çok iyi netice alındığını biliyoruz. Bizans’ın son muhasarasında Orta ve Yeni Çağ silahları beraberce kullanılmış ve yenilerinin kıymeti daha iyi anlaşılmıştır.
Hülasa ederek diyebiliriz ki;
**Kostantin beldesini fethedenler, Osmanlı devletinin, tarihî ve coğrafi, ekonomik ve sosyal sebeplerle izah edebileceğimiz, tabii ve zaruri genişleme ihtiyaç ve siyasetinin şuuruna mâlik oldukları gibi, din uğrunda cihad idealinden kuvvet alarak, ırkî ve irsî şecaat ve cengâverlik meziyetlerine dayanan manevi ve eski ve yeni silahları en mükemmel bir tarzda kullanmaktan ve iyi teşkilatlanmış bulunmaktan doğan maddi bir üstünlüğe de sahiptiler.
**Bundan başka, fâtihlerin cihad ülküsüne rağmen, hakimiyetlerini kabul eden mutaassıp halka karşı dinî müsamaha göstermelerinin ve namertliğe tenezzül etmelerine ihtiyaç hissettirmeyecek derecede, kendi kuvvetlerine güvenmelerinden doğan adalet hissiyle hareket etmelerinin, karşı tarafta bulunanlar üzerinde büyük tesirler yaptığını da hesaba katmak yerinde olur.
Osmanlı Türklerinin, zaptettikleri ülkelerdeki halktan, kendi arzuları ile kendilerine katılmak isteyenlerin tam bir hukuk müsavatından istifade ettirildiğini, dinlerini muhafaza etmek isteyip topraklarında kalmak ve işleri güçleriyle geçinmek isteyenlerin de tam bir emniyet içinde yaşadıklarını Bizans halkı pek iyi biliyordu. Bu halkın, fâtihleri tevekkül ve hatta sevinçle karşılamalarını başka türlü izah edemeyiz.
– Bizans halkı yanılmamıştı. Bizans’ın sükûtundan sonra halk, umduğundan fazla şefkat görmüş; can, mal emniyetinden başka mezhebi hürriyete de sahip olmuştur. Ortodoks kilisesinin teşkilatına, âyinine, hüviyetine dokunulmak şöyle dursun bunlar, hükümetin himayesi altına alınmıştır.
– Bizans halkı mağlup olmuş, fakat mağdur olmamıştı. Rum Ortodokslar, bilakis galiplerin tesis ettikleri sulh havası içinde fert olarak vicdani hürriyete, emniyet ve refaha kavuşmuşlar, bağlı oldukları kilisenin de, yine galiplerin takip ettikleri siyaset dolayısıyla, Balkanlar’da yalnız mevcudiyetini muhafaza değil, aynı zamanda gelişme ve yayılma imkanları da elde ettiğine şahit olmuşlardır.
– Ortodoks kilisesi ile beraber Rum halkının milli kültürünü de muhafazaya imkan bulduğu, velhasıl fetihten sonra gelişmeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu’nun açtığı emin sulh devresinde Türk ve Rum unsurlarının, biribirine düşman değil, yekdiğeriyle ortak vaziyetinde yaşayıp yeni asırlara ve daha geniş bir refaha doğru yürümelerine fırsat hazırlandığı ileri sürülebilir. Bu imkan ve fırsattan iki tarafın ne derece istifade ettiği ve ne gibi hatalar işlendiği ayrıca tedkike değer bir mevzudur. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş devresinde, imparatorluk hudutları içindeki bütün cemaat ve unsurları ve bu arada Türk ve Rum unsurları arasında mukadderat ve menfaat birliği bulunduğu iddia olunabilir. Fakat buna en uygun siyasetin her zaman takip edildiği söylenemez. Birçok istihalelerden sonra bugün yine bu iki millet arasında beliren mukadderat ve menfaat birliği daha geniş ölçüde takdir ve ona göre müşterek bir siyaset mi takip edilecek, yoksa eski hatalar mı tekrar olunacak, bunu vakalar ve zaman gösterecektir.
Yukarıdan beri Kostantin beldesinin fethi vakasını, Türk milletinin gelişme tarihinde kaçınılmaz bir netice olarak izaha çalışırken, tabiatıyla, milletin başında bir rehber olarak büyük hizmetler etmiş kahraman Fâtih’in rolünü inkar etmek kimsenin hatırına gelemez. Fakat Fatih’in hizmetini ve büyüklüğünü, vücuda getirilen eserin yegane sahibi ve yaratıcısı olarak değil, tarihin çizdiği ve takdir ettiği yapıcı rolü oynamakta Türk milletinin ihtiyaç, kudret ve iradesini en iyi şekilde sezebilmiş ve bunu yine milli kuvvet ve teşkilatını en iyi sevk ve idare etmiş bir lider ve kumandan olarak tavsif etmeyi daha doğru buluyoruz. Fâtih’in, fetihten sonra makul bir plan dahilindeki yapıcılığı ile kurduğu Osmanlı İmparatorluğu ve merkezi olarak İstanbul’un rolü hakkındaki düşünceler ise diğer bir yazı mevzuu olarak ele alınmaya değer.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.