Çivi yazısının Gelişimi
Yazı, nüfusları oldukça artan kentlerde, ortaya çıkan yönetici sınıfın işleri düzene koymak, yaygın ticari ilişkilerde karışıklıkları önleme çabalarının bir ürünüdür. Güney Mezopotamya’nın nüfusları hızla artan kentlerinde, merkezi idarenin yürüttüğü inşa projeleri çoğaldıkça, tapınakların depolarında biriktirilen ve buradan dağıtılan ürünlerin miktarı arttıkça basit işaretler, sayılar ve listeler ihtiyacı karşılayamaz hale gelmişti.
Uruk döneminin sonlarına doğru, MÖ 3200 yıllarında şimdiye kadar bilinen en erken yazılı belgeler ortaya çıkar. Bunlar daha sonraki çiviyazısının öncüleri olarak görülebilecek, resim karakterindeki işaretlerden oluşur. Yazıcı, temiz bir kil topağını kil tablet biçimine getirdikten sonra üzerini kamış ucuyla çizerek karelere ayırır ve sonra her bir kare içine anlatılmak istenen nesne ya da işi tanımlayan resmi çizerdi. Karşısına da miktar belirtilirdi. Başlangıçta çizilen karakterlerin çoğu mal miktarını belirten sayı işaretleriydi. Anlatılmak istenen her nesne ayrı bir işaretle betimleniyordu. Bu nedenle Uruk’taki dördüncü tabakada bulunmuş henüz tam okunamayan yazıda 1500’ün üzerinde ayrı işaret kullanılmıştı.
Yazı yaygınlaştıkça yavaş yavaş küçüldü ve resim özelliğini kaybetti. Tabletlere çizilen yatay hatlar üzerine resim karakterinden dönüştürülen çivi biçimli işaret kümeleri art arda yapılmaya başlandı. Yatay, dikey, eğik ve köşe çengeli biçimindeki çivi işaretleri, bir kamışın kesilmiş ucuyla ıslak kile bastırılarak yapılıyordu. Sözcükler, çiviyazısında çoğunlukla tek bir işaretle değil, her biri bir heceyi gösteren çivi işaretleriyle yazılıyordu. Ayrıca eski sistemin devamı olan, yani bir nesneyi gösteren işaretler de kullanılıyordu.
Yazı geleneğinin kesintisiz bir biçimde sürdürülebilmesi için kurumsal yapı yani “okul” şarttır. En eski kentlerde özellikle tapınak ve resmi binalarda, kayıt tutma konusunda ihtiyaç duyulan bir yazıcı sınıfı için eğitim verilmiştir. Öğrenciler çiviyazısı öğrenmek için uzun yıllar bu “okullara” devam etmişlerdir. Ancak okuryazarlık yaygınlaşmamıştır. Bu nedenle yazıcı sınıfı ayrıcalıklı hale gelmiştir. Tapınaklarda kutsal metinler, saraylarda da resmi işler, ticarette mal listeleri ve senetler bu sınıftan yazıcılara yaptırılmaktaydı.
Çivi yazısının Mezopotamya’da üç bin yıla yakın devam etmesi, Sümer dini ve kültürüne ilişkin metinlerin çok uzun yıllar varlığını koruması, kentlerdeki bu okul geleneğinin korunmuş olmasıyla mümkün olmuştur. Sümerlerden sonra bu bölgeye gelen Akkad, Babil ve Assur gibi uygarlıklar bu köklü kültürü kurumlarıyla benimsemiş ve devam ettirmiştir. Sümerler zamanından günümüze kalan çok sayıda çivi yazılı tablet olduğu gibi, onların daha sonraki dönemlerde yapılmış kopyaları da vardır.
İlk yazılan belgelerin Sümerce olduğu anlaşılmaktadır. Sümerlerden sonra çiviyazısı geleneği başta Akkad, Babil, Assur olmak üzere Mezopotamya’nın bütün uygarlıkları, Anadolu’da ise Hitit ve Urartular tarafından alınmış ve kullanılmıştır. Doğu Akdeniz kıyılarında gelişen ve Fenikeliler tarafından yaygınlaştırılan alfabe yazısı ise Aramiler, Anadolu’da Frigler, Lidyalılar ve diğer Eski Batı uygarlıkları tarafından kullanılmıştır. Eskiçağ’da Mısır’da kesintisiz biçimde kullanılan hiyeroglif (resim) yazısı, Anadolu’da Luwiler, Hititler ve Geç Hititlerde yaygındır.
Çiviyazısı yaklaşık üç bin yıla yakın süre kullanılmış, sonra yerini yaygınlaşmış olan alfabe yazısına bırakmıştır. Bu geleneğin kesintiye uğraması, dilin ve bu dili kullanan toplumların da zamanla belleklerden silinmesine neden olmuştur. Sümerler ve Akkadlar gibi eski toplumlar, tarihin hafızasından silinmiştir. Assur ve Babil gibi diğer Mezopotamya uygarlıklarından bir bölümü kutsal kitap Eski Ahit’te geçtiği için adları günümüze ulaşmıştır.
Eskiçağ’da kullanılan çivi yazısının yeniden okunup anlaşılmaya başlanması, geçmişin daha iyi anlaşılması bakımından oldukça önemlidir. Ancak binlerce yıl önce terk edilen bu yazı sistemin çözümü kolay değildir. İlk adımların atılabilmesi için bir anahtar gerekliydi. On dokuzuncu yüzyılda başta İngiltere olmak üzere Fransa ve Almanya adına, Osmanlı egemenliğindeki Irak’ta bulunan diplomatlar bu işin öncüsü oldular. Ülkelerindeki büyük müzeler adına çalışmalar yürütürken bir yandan da çiviyazılı yüzlerce tablet topladılar.
Bu bilinmeyen yazı sisteminin çözümü için gerekli anahtar İran’da bulundu. Kirmanşah yakınlarındaki Bisutun yazıtları, aynı metni yan yana üç dilde kaydetmişti. Bunlardan ikisi Eskiçağ’da kullanılan Elamca ve Babilce üçüncüsü ise Farsça’nın atası olan Eski Persçe idi. 1802 yılında Alman dilbilimci G. F. Grotefend, bu üç yazıtlardan yapılan kopyalar üzerinde çalışmaya başlayarak ilk başarılarını elde etti. Grotefend daha geç Pehlevi yazıtlarında Pers krallarının “Büyük Kral” ve “Krallar Kralı” unvanlarını kullandıklarını öğrenmişti. Yazıtları yeniden gözden geçirerek araştırmasını ve yorumlarını sürdürdü. Sonuçta önce söz konusu unvanları ve “filan filanın oğlu” tanımlamasını çıkardı. Bu çözümleme tarihin babası Herodot’un adlarını günümüze taşıdığı, Pers kralları Hystaspes oğlu Darius ve Darius oğlu Kserkses’e uyuyordu. Bu adımlardan habersiz olan başka araştırmacılar da benzer sonuçlara varmışlardı. 1835’de teğmen Rawlinson şahın kardeşine askeri danışman olarak Kirmanşah’a gitmiş; Bisutun yazıtlarını yeniden kopya etmiş ve Persçe versiyonu üzerindeki çalışmalarda Grotefend ile aynı sonuçlara ulaşmıştı. Eski Persçe yazıtın çözümünde atılan bu adımlar, aynı metnin çevirisinin yazıldığı diğer dillerin de anlaşılmasında ve çiviyazısının çözümlenmesinde anahtar rolü oynamıştır. Hitit ve Urartu dillerinin anlaşılması da yine çift dilli yazıtlar sayesinde mümkün olmuştur.
- Başlangıçta resim karakteri taşıyan yazı zaman içinde stilize olarak çivi yazısı biçimine dönüşmüştür (Postgate 1992).
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.