Siyasi Alanda Yapılan İnkılaplar

25 Ocak 2014 tarihinde tarafından eklendi.

SİYASÎ ALANDA YAPILAN İNKILÂPLAR

Bu başlık altında ele alınacak inkılâplar, direk devlet düzeniyle ilgili olup, Osmanlı devlet sisteminin değiştirilerek, demokratik ve laik cumhuriyete geçişi sağlamak maksadıyla gerçekleştirilmiş olanlardır.

1. Saltanatın Kaldırılması ( 1 Kasım 1922)

11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasıyla cephelerdeki savaş sona ermiş, ancak nihaî barış henüz gerçekleşmemişti. Taraflar arasında savaşa son verecek bir barış antlaşmasının imzalanabilmesi için, 28 Ekim 1922’de Lozan’da Banş Konferansı’nın toplanması kararlaştırılmıştı. Ancak bu sırada İtilâf devletleri, kendileri açısından en uygun ortamı hazırlamaya çalışıyorlardı. Onlar, bu maksatla konferansa, TBMM Hükümeti’nin yanında, İstanbul Hükümeti’ni de davet ederek, ortaya çıkacak görüş ayrılıklarından faydalanmayı planlamışlardı.

Sadrazam Tevfık Paşa da, İtilâf Devletlerinin teklifini değerlendirmek istiyordu. O, bu amaçla önce 17 Ekim 1922 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafta; “Kazanılan zaferin bundan böyle İstanbul ile Ankara arasındaki anlaşmazlık ve ikiliği ortadan kaldırdığını ve millî birliğimizi sağladığını” söyleyerek konferansa katılma konusunda yardım istemişti. 29 Ekim 1922 tarihinde de TBMM’ne bir telgraf gönderen Paşa, “Kazanılan başarının elde edilmesine hizmet ettiklerini” iddia ederek, Lozan görüşmelerine İstanbul Hükümeti temsilcilerinin de katılmasının doğru olacağı görüşünü savunuyordu.

Eğer konferansa iki hükümeti temsil eden ve farklı düşüncelere sahip delegeler katılırsa, İtilâf Devletleri karşısında güçlü ve kararlı bir hareket etmek mümkün olmayacaktı. Bu durumu çok iyi bilen Mustafa Kemal Paşa, telgraf ve Lozan’da temsil konusunu 30 Ekim günü toplanan Meclis Genel Kurulu’na getirdi. Tevfik Paşa’nın telgrafı Mecliste genel olarak tepkiyle karşılanırken, iki farklı görüşü de ortaya çıkardı. Bir grup milletvekili Bâb-ı Âlî ve Padişahlığın hükümsüzlüğü şeklinde görüş beyan ederek telgraf ve Sadrazamı protesto ederken, diğer grup ise; sadece telgrafa ret cevabının verilmesini ve Bâb-ı Âlî ile Padişahlık hakkında bir karar verilmemesini istiyordu.

Mecliste, Padişahlığın hükümsüzlüğü ile hakimiyetin kim tarafından kullanılacağı hakkındaki görüş ayrılıklarının devam ettiği bir sırada, “Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmış olduğunu, yeni bir Türk Devleti’nin doğduğunu, Teşkilât-ı    Esasiye    Kanunu    gereğince    hakimiyet    haklarının    millete    ait bulunduğunu” ifade eden bir önerge hazırlanarak, Meclis Başkanlığına verildi. Bu önergenin Mecliste görüşülmesi sırasında özellikle hakimiyetin kimin elinde bulunması gerektiği konusunda sert tartışmalar yaşandı.

Aslında, gerek Mustafa Kemal Paşa tarafından 26 Nisan 1920 tarihinde Meclise verilen ilk önergede, gerekse 20 Ocak 1921 tarihli Anayasada, hakimiyetin millete ait olduğu açıkça ifade edilmişti. Dolayısıyla bu konuda kargaşa yaratacak herhangi bir durum söz konusu değildi. Buna rağmen Mustafa Kemal Paşa, bilgi vermek ve görüş ayrılıklarını ortadan kaldırmak maksadıyla, 1 Kasım 1922 tarihinde Meclis Genel Kurulunda uzun bir konuşma yaparak, muhalefet edenleri ikna etmeye çalıştı.

Onun bu konuşmada da ifade ettiği gibi gerçekte, hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından kimseye görüşme ve tartışma yoluyla verilemezdi ve ancak kuvvetle, kudretle, zorla alınırdı. Dolayısıyla Türk Milleti hakimiyeti ve saltanatı eline almıştı. Bu olmuş bitmiş bir işti. Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse uygun olacaktı. Aksi takdirde yine hakikat usulü dairesince ifade olunacak ve ihtimal bazı kafalar kesilecekti.

Zaten, önce TBMM’nin açılmasıyla fiilen, daha sonra da Anayasada yer alan hükümlerin öyle öngörmesi sebebiyle hukuken, Türk Milleti hakimiyeti kendi eline almış durumdaydı. Dolayısıyla gerçekte Saltanat açıkça olmasa da kaldırılmış demekti. İstanbul Hükümeti’ni dayanaksız ve hükümsüz kılmak için, şimdi sıra bunu bir kanunla açık ve kesin bir şekilde ifade etmeye gelmişti.

Mecliste yapılan tartışmalardan sonra, hakimiyetin millet tarafından kullanılması gerektiği görüşü ağırlık kazandı. Bunun üzerine    Meclise verilen önerge tasarı haline dönüştürülerek Genel Kurula sunuldu. Tasarı, 1 Kasım 1922 günü Meclis Genel Kurulu tarafından oy birliğiyle kabul edildi.

Bu kanuna göre, İstanbul’daki hükümet, 16 mart 1920 günü sona ermiştir. Tek hükümet, Misâk-ı Millî sınırları içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’dir. Saltanat ve Hilafet birbirinden ayrılmış ve Saltanat kaldırılmıştır. Hilafet ise varlığını devam ettiriyordu.

Saltanatın kaldırılmasıyla, Vahdettin padişahlık haklarını kaybetti ve Osmanlı Devleti’nin siyasî varlığı kesin olarak sona erdi. Böylece İstanbul Hükümeti de hükümsüz kalmıştı. İstanbul’da Tevfik Paşa Hükümeti 4 Kasım 1922’de istifa edince, Ankara’daki Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti de, Türkiye’nin tek hükümeti olarak kaldı. Bu durum karşısında son Osmanlı Padişahı Vahdettin de 17 Kasım 1922’de İngilizler’e sığınarak ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.

2. Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923 )

Cumhuriyet dilimize Arapça cumhur kelimesinden geçmiştir. Cumhur; halk, ahali, büyük kalabalık demektir ve toplu bir halde bulunan kavim yahut milleti ifade etmek için kullanılır.

Cumhuriyet, halka dayanan, gücünü halktan alan bir devlet şeklini ifade eder. Bu anlamda iktidarın millete, umuma ait olduğu bir sistemdir. Bu sebeple cumhuriyette egemenlik bir kişi veya zümreye değil, toplumun bütün kesimlerine aittir.

Cumhuriyet, başta devlet başkanı olmak üzere, devletin temel organlarında görev yapan kişilerin seçimle işbaşına geldikleri, bunların belirlenmesinde kesinlikle veraset sisteminin rol oynamadığı bir hükümet şeklini benimser23.

Cumhuriyet fikri ilk defa Fransız İnkılâbı sonunda ortaya çıkmıştır. Dar ve geniş anlamda olmak üzere iki şekilde kullanılır. Dar anlamda cumhuriyetten, sadece devlet başkanının, doğrudan veya dolaylı olarak halk tarafından belirli bir süre için seçilmesi kastedilirken, geniş anlamda ise; egemenliğin milletin bütününe ait olması ifade edilir.

Türkiye’de cumhuriyetin ilanı, kurucusu Atatürk’ün düşünceleriyle yakından ilgilidir. Çünkü O, gençlik yıllarından beri cumhuriyet fikrini benimsemiş bir kişidir. Daha bu yıllarda, Türk Milleti’nin bir gün mutlaka cumhuriyet idaresine kavuşacağını söylemekten de çekinmemiştir.

Atatürk, cumhuriyetle ilgili düşüncelerini çok önceden olgunlaştırmış ve şartların oluşmasını beklemeye başlamıştır. Dolayısıyla bu konuda yapılmış olan çalışmalar, O’nun vizyonu ve direktiflerine endeksli olarak gerçekleştirilmiştir.

Atatürk gençliğinden beri en büyük hayali olan, Türk Milleti’nin cumhuriyet rejimine kavuşması hususunda ilk adımı ise, Erzurum Kongresi sırasında atmıştır. O, Yaveri Mazhar Müfit Kansu’ya, “Zaferden sonra hükümet şeklinin cumhuriyet olacağını” söyleyerek, bu konudaki düşüncesini açıklarken, aynı zamanda Türk Milleti’ne olan güvenini ve ileri görüşlülüğünü de ortaya koymuştur.

Aslında Millî Mücadele’nin devam ettiği günlerde bütün zorluklara rağmen, 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da toplanmış olan Meclisin bizzat kendi varlığı bile, cumhuriyet yolunda atılmış büyük bir adımdır. Bu Mecliste kabul edilen ilk Anayasada yer alan, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” ibaresine uygun olarak teşkil edilen siyasî rejim ise; ismi konulmamış bir cumhuriyetti. Çünkü bu dönemde Yeni Türk Devleti’nde millet egemenliği hakim kılınarak, Millî egemenlik prensibine işlerlik kazandırılmıştır.

Atatürk, Millî Mücadelenin zaferle sonuçlanması ve düşmanın Anadolu’dan atılmasından sonra, Türk Milleti’ni çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştıracak çalışmaları başlatmıştı. Her şeyden önce bu çalışmaların devletin yapısıyla ilgili olması gerektiğini düşünüyordu. Bu çerçevede, 1 Kasım 1922 tarihinde kabul edilen bir kanunla Saltanat kaldırılmıştı. Bu aynı zamanda, cumhuriyetin önünde yer alan bir engelin de ortadan kaldırılması demekti. 24 Temmuz 1923’te de Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasıyla, Millî Bağımsızlık tam anlamıyla elde edilmişti.

Ancak bu dönemde, Yeni Türk Devleti’nde Millî Egemenlik prensibinin  devletin temel taşı olarak belirlenmiş olmasına rağmen, devletin yönetim şekli açıkça belli değildi. Olağanüstü şartlarda hazırlanmış olan 1921 Anayasası ihtiyaçlara cevap veremiyordu. Bu Anayasaya göre bir devlet başkanının ve kabine sisteminin olmaması, sık sık hükümet buhranlarına sebep oluyordu. Özellikle 25 ekim 1923 günü Başbakan Fethi Bey’in istifa etmesi ve yeni hükümetin kurulamaması, Meclisin çalışma güçlüğünü ortaya koyarken, ülkenin içinde bulunduğu durumun ciddiyetini de gözler önüne seriyordu.

28 Ekim akşamı Çankaya’da yeni hükümetin kurulması çalışmaları sırasında, başsız bir devletin olamayacağı görüşünün ortaya çıkması ve dış ülkelerde, “Türkiye’nin bir devlet başkanı bile yok” gibi sözler söylendiğinin ifade edilmesi üzerine Atatürk, cumhuriyetin ilanı için, beklenen günün geldiğini görerek, yanında bulunanlara, “Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz.” diyerek bu konudaki fikrini açıkladı.

Atatürk, 28 Ekim gecesi, İsmet Paşa ile birlikte 1921 Anayasasının devlet şeklini tespit eden maddelerinde değişiklik öngören bir kanun tasarısı hazırladı. Bu tasarı 29 Ekim günü önce Halk Fırkası Grubu’nda görüşülerek kabul edildi. Aynı gün Meclis Genel Kurulu’na sunulan tasarı, yapılan görüşmelerden sonra burada da kabul edildi. Bu tasarıyla birlikte, on altı milletvekili tarafından hazırlanan, cumhuriyetin ilanı yönündeki önergenin de Mecliste kabul edilmesiyle, cumhuriyet resmen kabul ve ilan edilmiş oldu.

Cumhuriyetin ilanından sonra sıra cumhurbaşkanının seçilmesi işine gelmişti. Aynı gün, 158 milletvekilinin katılımıyla yapılan seçim sonunda da Mustafa Kemal Atatürk oy birliğiyle cumhurbaşkanlığına seçilmiştir.

Türkiye’de cumhuriyetin ilanıyla kabine sistemine geçilirken, aynı zamanda devletin demokratikleşmesi yolunda büyük bir adım atılmış ve yapılacak olan inkılâplara da ortam hazırlanmıştır.

3. Halifeliğin Kaldırılması ( 3 Mart 1924 )

Halife, sözlük anlamı olarak, bir işte birinin yerine geçen kişi, onu temsil eden kimse demektir ve genellikle devlet başkanı için kullanılır.

İslam terminolojisinde ise; Hz. Muhammed’in ölümünden sonra O’nun yerine geçen kişi, yani Müslümanların din ve devlet başkanı anlamına gelir.

îslâmî anlayışa göre Halife, cismanî ve ruhanî bir kişiliktir. Bu anlamda, hem devlet ve hükümet başkanı ve ordu komutanı olarak dünyaya ait iktidarı temsil eder, hem de baş imam olarak ahiret işlerini yürütür. Dolayısıyla Müslüman halk üzerinde büyük tesiri vardır.

Halifeliğin tarihçesine kısaca baktığımızda, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, ilk dört Halifenin seçimle iş başına geldiklerini görüyoruz. Ancak Emeviler devrinde, seçim geleneği bir tarafa bırakılarak, Halifelik; Saltanat usulüne göre, babadan oğula geçen bir müessese haline dönüştürülmüştür. Bu olaydan sonra da bu makam, seçimle iş başına getirilen liderlik vasfını kaybetmiştir.

Halifelik, Abbasiler devrinde de veraset sistemine uygun olarak devam etmiştir. Bu devletin yıkılmasından sonra ise, Mısır’da kurulmuş olan Memlüklüler Devleti’ne geçmiştir.

İslamiyetin geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla birlikte bazı sultanlar, değişik zamanlarda ve yerlerde kendi topraklarında bir hükümranlık ifadesi olarak da Halife unvanını kullanmaya başlamışlardır. Bu çerçevede Osmanlılarda da I. Murat’tan itibaren bazı Padişahların zaman zaman Halife unvanını kullandıkları bilinmektedir.

Osmanlılara gerçek manada Halifelik, Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılındaki Mısır Seferi’nden sonra geçmiştir. Bu tarih itibaryle artık Osmanlı padişahları aynı zamanda Halifedirler. Dolayısıyla Padişahlar, hem imparatorluk tebaasının hükümdarı, hem de bütün Müslümanların dînî lideri durumundadırlar.

Osmanlılar, Halifeliği aldıkları zaman İslam dünyasının en güçlü siyasî otoritesi idiler. Bu sebeple padişahlar, siyasî üstünlükleri devam ettiği müddetçe, ayrıca Halifeliğe dayanan bir nüfuz elde etmeyi, yani bu makamın maddî ve manevî gücünden faydalanmayı düşünmemişlerdir. Genellikle dînî konularda Şeyhülislamların fetvalarına başvurarak, bu fetvalarda öngörülen hususlara göre hareket etmeye çalışmışlardır.

Hilafet politikasının Osmanlı siyasetinin başlıca unsurlarından biri haline gelmesi, ilk defa Büyük Güçler tarafından Müslüman ve Müslüman olmayan tebaanın devlet aleyhine tahrik ve teşvik edilmeye başlandığı ve Bâb – ı Alinin bunlara karşı başka yollardan yeterli karşılık verme imkanının kalmadığı zamana rastlar. Bu dönemde, devletin zayıflamasıyla birlikte Halifeliğin manevî gücünden faydalanmayı düşünen bazı devlet adamları, bu makamı, bir kurtarıcı gibi görerek, devletin içinde bulunduğu kötü durumu değiştirecek sihirli bir değnek zannetmişlerdir.

Ancak, XIX. yüzyılda milliyetçilik fikirleri bütün dünyayı saran bir akım haline gelmişti. Bu dönemde Osmanlı Devleti ise, kendisinin aleyhine gelişen milliyetçilik akımına karşı, Halifeliğe daha fazla önem vererek, bu makamın gücünden istifade etmeye çalışıyordu. Devletin içinde bulunduğu durumdan kurtuluş yollarının arandığı bu sırada Panislamizm politikasının uygulanmasına karar verilmişti. Fakat bu dönemde özellikle Araplar arasında da milliyetçilik fikirlerinin yayılmış olması sebebiyle, adı geçen politikanın başarıya ulaşması pek mümkün görünmüyordu.

Nitekim Osmanlı Devleti’nin sıkıntılı günler yaşadığı I. Dünya Savaşı sırasında, devleti, bu kötü durumdan kurtarmak maksadıyla yapılan cihat çağrısının gerekli etkiyi yapmaması, Panislamizm politikasının başarısızlığının bir göstergesiydi. Bu olay aynı zamanda halifeliğin gücünün azaldığını, dolayısıyla devleti kurtarma hususunda, kendisinden fayda beklemenin boş bir hayal olduğunu da ortaya koyuyordu. Bunun da ötesinde cihat çağrısına itibar etmeyen Müslüman Araplar, İngilizler’in tesiriyle Müslüman Türk askerlerini arkadan vurmuşlardır.

Osmanlı padişahları tarafından, devletin güçlü olduğu dönemlerde kullanılmaya gerek görülmeyen Halifeliğin nüfuzu, ihtiyaç duyulduğu zaman da, bazı devlet adamları tarafından kendisinden beklenen, devleti kurtarma görevini yerine getirmeye yetmemiştir.

1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılmasından sonra, Halifelik makamının devam etmesine karar verilmişti. Ancak, Lozan Antlaşması’nın imzalanmasıyla birlikte, hem Mecliste hem de kamuoyunda, Meclis tarafından Halife seçilen ve yetki ve davranışları sınırlandırılan Abdülmecid Efendi’nin, yetkilerini aştığı, adeta bir hükümdar gibi davranmaya başladığı şeklinde bir tartışma başladı.

Bu sırada Halk Fırkası milletvekilleri, Halifenin durumunun yeniden gözden geçirilmesini hatta Halifeliğin kaldırılmasını istiyorlardı. Buna karşılık, başka bir görüş olarak Halifeliğin korunması gerektiğini savunanlar da vardı. Onlar, Halifeliğin kaldırılması halinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış ilişkilerinde özellikle İslam ülkeleriyle aksaklıklar yaşanacağını ve Türkiye ile bu ülkeler arasındaki bağların kesilerek, dış itibarının zedeleneceğini söylüyorlardı.

Aslında, milliyetçilik ve millî egemenlik ilkesi üzerine kurulmuş olan yeni cumhuriyet ile, ümmetçilik düşüncesi üzerine kurulan Halifeliğin birbiriyle bağdaşması pek mümkün değildi. Nitekim son Halife Abdülmecid Efendinin, yeni devletin statüsüne uyum sağlamakta güçlük çektiği ve eski statüye dönmek istediği, yaptığı hazırlıklardan belli oluyordu.

Abdülmecid Efendi’nin özellikle bir devlet başkanı gibi kabullerde bulunması ve bazı devlet ileri gelenlerinin Halife ile olan münasebetlerini kesmemeleri, durumu karmaşık bir hale sokuyordu. Bu sırada, Hindistan Halifelik Komitesi adına, Hindistan Müslümanlarının lideri İmam Ağa Han ve Emir Ali, Başbakan İsmet Paşa’ya, içinde Halifelik makamının manevi kuvvetinin arttırılması ve bu makamın muhafazasına dair isteklerin yer aldığı bir mektup göndermişlerdi.

Özellikle Emir Ali’nin, İngiltere Kralının özel danışmanı olması, Mustafa Kemal Paşa’yı, Halifeliğin yabancı güçlerce zararlı bir şekilde kullanılabileceği endişesine sevk etmişti.

Atatürk, 1924 Ocak ayı başında İzmir’de yapılacak bir tatbikat için bu şehre gitmişti. O, burada kaldığı iki ay zarfında, 22 Ocak tarihinde İsmet Paşa’dan aldığı ve “Bir süreden beri gazetelerde Hilafet makamının durumu ve Halifenin şahıslarıyla ilgili yanlış anlamalara yol açabilecek yayınlara rastlandığının, Halifenin İstanbul’a gelen resmî heyetlerin kendisini ziyaret etmelerini istediğinin ve Hilafet hazinesine yapılacak ödeneklere dair hususların” ifade edildiği telgrafa, aynı gün verdiği cevapta, “Halife ve bütün dünya kesin olarak bilmelidir ki, bugün var olan ve korunmakta olan Halifenin ve Halifelik makamının gerçekte ne dînî ve ne de siyasî bakımdan hiçbir anlamı ve varolma gerekçesi yoktur. Bizce Hilafet makamı olsa olsa tarihî bir hatıra olmaktan öteye bir önem taşımaz.” diyerek, Halife ve Halifelikle ilgili düşüncelerini açıklarken, aynı zamanda Halifeliğin kaldırması yönünde karar verdiğini de ifade ediyordu.

Atatürk, 23 Şubat 1924 günü Ankara’ya döndükten sonra bu kararını gereken kimselere açıklamıştı. O, 1 Mart 1924 tarihinde yaptığı Meclisi açış konuşmasında da, “Müslümanlığın yüzyıllardan beri yapıla geldiği üzere bir siyaset vasıtası olarak kullanılmasından kurtarılmasının ve yüceltilmesinin şart olduğunu” vurgulayarak, Halifeliğin kaldırılmasıyla ilgili kararını açıkça dile getirmiştir.

2 Mart 1924 günü Halk Fırkası grubunda yapılan görüşmelerden sonra karara bağlanan Halifeliğin kaldırılması meselesinin, daha sonra Meclis Genel Kurulu’nda görüşülmesi kararlaştırılmıştır. Meclis Genel Kurulu, 3 Mart 1924 günü bu konuyu görüşmek üzere toplanmıştır. Bu sırada Urfa Milletvekili Şeyh Saffet ve elli arkadaşı tarafından hazırlanarak Başkanlığına verilen, “Hilafetin Kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Dışına Çıkarılmasıyla İlgili” kanun teklifi, yapılan   görüşmelerden   sonra   kabul   edilmiş   ve  böylece   Halifelik  resmen kaldırılmıştır.

Halifeliğin kaldırılmasıyla, devlet düzeninin laikleştirilmesi hususunda büyük bir engel ortadan kaldırılırken, aynı zamanda Saltanat ve Hilafet yanlılarının güç aldığı önemli bir makama da son verilmiş oluyordu.

Halifeliğin kaldırılmasının yurt içinde ve yurt dışında çeşitli yansımaları olmuştur. Bu karardan içeride özellikle Saltanat ve Hilafet yanlıları rahatsız olmuşlardır. Her ne pahasına olursa olsun bu makamın devam ettirilmesi gerektiğini düşünen bu kişiler, Atatürk’e Halife olmasını bile teklif etmişlerdir. Bu olayın yurt dışındaki yansımaları çok daha değişik gerçekleşmiştir. Örneğin Batı dünyası karardan dolayı şaşkınlık ve hayranlığını gizleyemezken, İslam alemi bu karardan rahatsız olmuş ve olumsuz tepkiler ortaya koymuştur.

Halifeliğin kaldırılmasının görünüşteki siyasî gayesinden çok daha önemli kültürel ve tarihî manası vardır. Bir kere herşeyden önce bu olay, on dokuzuncu yüzyıldan beri sürüp gelen laik-yenilikçi grubun, dinci-muhafazakâr gruba karşı bir zaferini ifade eder. Bu sebeple olay, aynı zamanda toplumdaki dengelerin yenilikçiler leyhinde değiştiğinin de bir göstergesidir.

Yine, Manisa Milletvekili Vasıf Bey ve elli arkadaşı tarafından verilen “Tevhid-i Tedrisata Dair” kanun teklifi ile Siirt Milletvekili Halil Hulki Efendi ve elli arkadaşı tarafından verilen, “Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti ile Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekaleti’nin Kaldırılmasına Dair” kanun teklifinin, 3 Mart 1924 günü Mecliste yapılan görüşmeler sonunda kabul edilmesiyle, Eğitim ve Öğretim birleştirilirken, Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti ile Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti resmen kaldırılmıştır.

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Çağdaş Dünya Tarihi Soru Cevap