Osmanlıda Sosyal Hareketlilik, Millet Sistemi

18 Aralık 2013 tarihinde tarafından eklendi.

OSMANLI TOPLUMUNUN SOSYAL YAPISI

Osmanlı Devleti, farklı dil, din ve ırktan meydana gelen bir toplum mozaiğine sahipti. Osmanlı toplumu aralarında katı bir ayrımın olmadığı yönetenler ve yönetilenler (reaya) olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Görevine sadık ve çalışkan birisi yönetici sınıfına geçebiliyordu.
İki sınıf aralarındaki en önemli fark ise yönetenler yöneticilik yapar ve vergi ödemezlerdi. Yönetilenler (reaya) ise yöneticilik yapamaz vergi öderlerdi.

a) Yönetenler (Askeriler)

Padişahın idarî ve dinî yetki tanıdığı devlet görevlileridir.

Kendi aralarında;
Saray halkı
Seyfiye
İlmiye
Kalemiye diye dört sınıfa ayrılmıştır.

Padişahlar önceleri Bursa ve Edirne Sarayları’nda yaşıyorlardı. İstanbul’un fethinden sonra yapılan Topkapı Sarayı devlet merkezi olarak kullanılmıştır.

Saray halkı :

Bu sınıfların en üstünde padişah bulunur.
Padişah, Müslüman ve gayrimüslim herkesin padişahıdır.
Padişahlar önce Bursa ve Edirne’de yaptırılan saraylarda yaşıyordu.
İstanbul’un fethi ile Topkapı Sarayı’nda 19. yüzyılın sonlarına doğru Dolmabahçe Sarayı’nda yaşamışlardır.
Sarayda resmi görüşmeler ve tüm törenler yapılırdı.

Seyfiye :

Kılıç sahibi asker demektir.
Kapıkulu ve tımar sistemine göre yetiştirilen veya bu sistemde görev alan kişilerden oluşuyordu.
Sadrazam, beylerbeyi, sancak beyleri, neferler, tımarlı sipahiler bu sınıfa girmektedir.
Bu sınıf askerlik hizmetinin yanında yöneticilik de yapıyorlardı.
Bu sınıf vergiden muaf tutulmuştur.

İlmiye :

Ehlişer adı da verilmiştir.
Yapılan faaliyetlerin İslam dinine uygun olup olmadığına bakarlar. Bunun haricinde yargıçlık, kadılık, noterlik, eğitim gibi faaliyetlere de bakıyorlardı.
İmamlar, müezzinler, kadılar, kazasker, şerifler, tarikat şeyhleri, şeyhülislam bu sınıftandır.
İlmiye sınıfının en kıdemlisi aynı zamanda divan üyesi olan şeyhülislam ve kazaskerdir.
İlmiye sınıfını oluşturan kişilere ilim adamı manasına gelen ulema adı verilmiştir.
Ulemaların yetiştiği aynı zamanda Osmanlı Devleti’nde birer eğitim kurumu olan müesseselere medrese adı veriliyordu. Medreselerde okuyan öğrenci orada yatar – kalkar herhangi bir ücret ödemeyip ayrıca iki akçe harçlık alırdı.
Bu sınıftan bir kişi padişah atamasıyla seyfiye sınıfına geçebildiği gibi, halktan bir kişi iyi bir eğitimden geçtikten sonra ilmiye sınıfına geçebiliyordu.
İlmiye mensupları yaptıkları iş karşılığında almaları gereken ücreti eğitim için kurulan vakıflardan alıyorlardı.
Kadılar gördükleri davalardaki harçlardan, kazasker ve şeyhülislam ise hazineden maaş alırdı.

Kalemiye :

Ehlikalem adı da verilmiştir.
Bugünkü karşılığı devletin bürokrat kesimidir.
Bu sınıf genellikle Türk kökenli kişilerden oluşuyordu.
Defter Eminleri, Reisülküttap, Anadolu ve Rumeli defterdarı ile Nişancı kalemiye sınıfındandır.
Nişancı ve defterdar bu sınıfın divandaki temsilcileridir.

Kalemiye mensuplarında usta – çırak ilişkisi göze çarpmaktadır.
Çıraklar sabahları bulundukları kalemde mesleki bilgilerini öğrenirler, öğleden sonraları ise medrese veya büyük camilerde dini eğitimlerini görürlerdi.

YELEŞİM DURUMUNA GÖRE OSMANLI TOPLUMU

Köylüler

Köylerde oturan kişiler çiftçilikle uğraşıyorlardı.
Nüfusun büyük bir kısmını oluşturuyorlardı.
İşledikleri toprak ile hem geçimlerini sağlıyorlar hem de devlete vergi ödüyorlardı. Bu vergi doğrudan devlete değil tımar sahibine veya herhangi bir vakfa veriliyordu.
Kendine verilen toprağı köylü işlemek zorundaydı. Boş bırakamaz, devredemezdi. Köylü eğer elindeki toprağı üç yıl üst üste boş bırakırsa hem toprak elinden alınıyordu, hem de köylüden “çift bozan” adı verilen vergi alınıyordu.

✍ Amaç toprağın boş kalmaması ve üretimde sürekliliği sağlamaktır.

16. yüzyıldan itibaren tımar sistemi bozulmuş ve iltizam yaygınlaşmıştı. Mültezimler devlete peşin olarak ödedikleri parayı halktan fazlasıyla çıkarmışlardır. 18. yüzyılda ortaya çıkan ayanların tutumları köylülerin durumunu daha da kötüleştirmiştir. Bunun sonucunda köylü toprağını bırakmış şehirlere göç etmiş ve köyler boşalmıştır.

Şehirliler

★ Şehirlerde daha çok sanayi ve ticari faaliyetler yapılmaktadır.
★ Şehirlerin belli dönemlerde nüfusu 60 – 70 bini geçmemekteydi. 16. yüzyıldan itibaren tımar sisteminin bozulmasıyla köylü toprağını bırakıp şehre göç etmeye başlamış ve şehirlerin nüfusu da artmaya başlamıştır.

Şehirde yaşayanlar askeriler, tüccarlar ve esnaflar olmak üzere üç bölüme ayrılmıştır.

Askeriler

Eyalet, sancak ve kazalardaki vergi vermeyen sınıftı. İmamlar, hatipler ve müderrisler de bu sınıfa dahildir.

Tüccarlar (Tacirler)

Ticaretle uğraşıyorlardı. Sadece Müslüman tüccarlar değil bunların yanında Hristiyan ve Musevi tüccarlar da bulunuyordu. Az miktarda vergi veriyorlardı. Osmanlı Devleti tüccarlardan reftiye (ihracat) ve amediye (ithalat) olmak üzere vergi alıyordu.
Osmanlı Devleti şehirlerinde külliye sistemi oluşturuyordu. Bir yeri fethettiği zaman cami, medrese, han, hamam gibi sosyal kurumlar yapıyordu. Devletin en büyük şehri olan İstanbul 16. yüzyılda yedi yüz bin nüfus ile Avrupa’nın en büyük şehri idi. Diğer önemli şehirler ise Edirne, Bursa, Şam, Halep, Kahire, İzmir ve Trabzon’du. Esnaflar Küçük tüccar ve zanaatkârlardan oluşuyordu. Ahilik (Lonca) teşkilatı adında örgütlenmişlerdi.

✍ Ahiliğin Abbasilerdeki karşılığı Fütüvvet Teşkilatı’dır.

Ahilik teşkilatı zamanla Lonca adıyla örgütlenmiştir. Loncaların görevlerini şu şekilde sıralamak mümkündür.

Esnaf ile devlet arasındaki ilişkileri düzenlemek
Esnaflar arasında hammaddeyi adilane paylaştırmak
Kaliteli ve standartlara uygun mal üretilmesini kontrol etmek
Fiyat tespiti yapmak
Lonca üyelerine kredi vermek Loncalar, Sanayi İnkılabı’ndan olumsuz yönde etkilenmiş ve 1913 yılında ise kapatılmıştır.

Göçebeler (Konargöçer)

Yörük olarak da adlandırılıyorlardı.
Geçimlerini hayvancılıkla sağlıyorlardı.
Devletin koyduğu kurallar dahilinde geçimlerini sağlıyorlardı.
Devlete ödedikleri bazı vergiler ise şunlardı:

Adetiağnam: Her iki koyundan alınan bir akçe.
Ağıl Resmi: Üç yüz koyundan oluşan sürüden alınan beş akçe
Yaylak ve Kışlak Vergisi: Haymana adı verilen meraları kullanmalarından dolayı ödedikleri vergi.
Devletin iskan politikası çerçevesinde yeni fethedilen yerlere yerleştiriliyorlardı.

✍ Böylelikle o bölgenin hem Türkleşip İslamlaşması sağlanıyor, hem de göçebeler yerleşik hayata geçiyorlardı.

Göçebelerin devlete karşı vazifeleri vardır. Kavşakları ve dağ geçitlerini korumak, kale, yol ve köprülerin yapımında görev almak.
Sefer yolları üzerinde yaşadıklarından gerektiğinde askere de alınıyorlardı.
Göçebelerden nehir veya deniz kenarında yaşayanlar ise donanmaya yardım ediyor ve gemi yapımında çalışıyorlardı.
Devlet göçebe unsuru yerleşik hayata geçirmek için çalışmalar yapmış, hatta Fatih ve Kanuni devrinde kanunnameler hazırlanmıştır. Amaç, onlardan düzenli vergi almak, orduya katılmalarını sağlamak, göçebelerle yerleşik halk arasındaki çatışmaları önlemek ve tarım alanlarını genişletmektir.

✍ Bu mesleklerin dışında Osmanlı Devleti’nde arabacılık, nalbantlık, sarraflık, hamallık, fırıncılık, arzuhalcilik, urgancılık da diğer önemli meslek dallarıydı.

3) SOSYAL HAREKETLİLİK:

Yatay Hareketlilik

Devleti oluşturan fertlerin herhangi bir nedenle, statü değişmesi olmadan bir yerden başka bir yere göç etmesine yatay hareketlilik denir.
Orta Asya’dan Anadolu’ya, Balkanlara, Avrupa’ya yapılan göçleri örnek olarak gösterebiliriz.
Yatay hareketliliği devlet de desteklemiştir. Çünkü bu sayede göçebelere yeni yurtlar bulunuyordu. Ayrıca bataklık ve ıssız bölgeler insanların yerleşmesiyle hem şenleniyor, hem de bu alanlar tarıma açılıyordu.

Dikey Hareketlilik:

Dikey hareketlilik sınıflar arası geçiş demektir. Yani yöneten sınıfından yönetilen sınıfa geçme veya yönetilen sınıfından terfi alıp yönetici olma gibi.
Dikey hareketlilik sadece Türk halkına değil gayrimüslimlere de uygulanıyordu. Devşirme sistemi ile gayrimüslimler en üst tabakaya kadar yükselebiliyorlardı. Bir kişinin yöneten sınıfına geçmesi için şu şartları yerine getirmesi gerekiyordu:
Padişaha tam bağlı olma
Müslüman olma
Kendisine verilen sorumlulukları tam olarak yerine getirme

BİLGİ NOTU:

Osmanlı Devleti’ndeki sosyal yapı Avrupa’dan veya Hindistan’daki Kast sisteminden farklıdır. Bazı özellikleri yerine getirdikten sonra bir kişi padişahtan sonraki en yüksek makama gelebiliyordu. Meselâ Osmanlı Devleti’nde 1453 – 1566 yılları arasında görev yapan yirmidört sadrazamdan yirmi tanesi devşirme kökenli devlet adamlarıdır. Yâni bu kişiler
Hristiyan çocuklarıydı, Müslüman olduktan sonra Enderun Okulu’nda yetişip en üst seviyelere çıkabiliyorlardı.

4) MİLLET SİSTEMİ

Türk – İslam Devletleri’nde Yahudi, Hristiyan vb. etnik ve dinî unsurların birlikte yaşaması sağlanmıştır. Bu prensibi Osmanlı Devleti kurdukları yeni devlete hemen adapte etmişlerdi. Bu politikanın esasları ilk olarak Fatih Sultan Mehmet devrinden itibaren belirlenmiş ve bünyeye katılan yeni unsurlarla birlikte, sistem sürekli kendini yenilemeye devam etmiştir. Fatih, İstanbul’u aldığı günlerde ilk olarak Rumları, ardından da Ermenileri özerk cemaatler halinde örgütlemiş, bu özerk cemaatlerin başına da bizzat kendisi patrik tayin etmiş, birlikte yaşama ve toplum memnuniyeti adına çok önemli bir örnek sergilemiştir.

Osmanlı özerk cemaatler halinde örgütlediği bu unsurlara daha sonra “millet” adını vermiş, oluşturulan sisteme de  millet sistemi” denilmiştir.
Osmanlı Devleti’nde yönetilenler statüsünde olan bu azınlıklar Bizans’a karşı önce Selçuklular, daha sonra Osmanlılar tarafından sürekli korunmuşlar ve birçok hakka sahip olmuşlardır.
Fatih Sultan Mehmet, Ortodoks Rum Cemaatine tanıdığı hak ve yetkileri Ermeni ve Yahudilere de tanımıştır. Fatih, hem yönetim hem dinî işlerini kolaylaştıracak örgütlenmeleri için 1461 yılında İstanbul’da Gregoryen Ermeni Patrikhanesi’ni kurdu. Bu patrikhanenin başına Bursa Metropoliti Ovakim Patrik olarak atandı. Bu gelişme, İstanbul’da önemli ölçüde Ermeni nüfusunu artırdı.
Fatih Ovakim’e verdiği fermanla Süryaniler, Suriye ve Mısır’da yaşayan Monofizistler ile Balkanlarda yaşayan Bogomiller üzerinde patriğe yetki tanıdı.
Yavuz Dönemi’nde bu yetkiler genişletildi. Ermeniler, Osmanlı yönetiminde zamanın çok üstünde bir hoşgörü içinde inanç özgürlüğünden yararlandılar.

“Ben tabaamdan Müslümanları camide, Hristiyanları kilisede, Yahudileri ise havrada görmek isterim.” II. Mahmut

Tanzimat ve Islahat Fer manı’ndan sonra Ermenilereverilen imkanlar daha da artırıldı. Birçok üst düzey görevlere getirildiler. (Bakanlık, elçilik, genel müfettişlik vb.) 1876 ve 1908’de açılan Mebusan Meclislerinde bir çok Ermeni milletvekili görev yaptı.

Ermeniler; daha çok bankacılık, sarraflık, müteahhitlik, dış ticaret, tıp ve tiyatro alanlarında gelişme gösterdi.

BİLGİ NOTU:

Ermenilerin Nüfus Bilgileri:

Bizans Dönemi’nde Anadolu’nun çeşitli yörelerine dağılmış yaklaşık 100 bin Ermeni yaşıyordu. Osmanlıda XVI. yüzyılda 600 bin, 1915 yılında Osmanlı Devleti’nin genel nüfusu 18 milyon 520 bin iken Ermenilerin nüfusu 1 milyon 300 bin civarındaydı. Toplam nüfus içerisinde % 6,23’lük bir orandaydı.

Osmanlı tebaası olarak yönetilen bir başka cemaat ise Museviler (Yahudi) idi. İlk dönemlerde Osmanlı ülkesinde az sayıda Musevi vardı. Daha sonra yaşanan göçlerle nüfus çoğaldı.

1492 yılında İspanya’daki baskı ve katliamdan II. Bayezit tarafından kurtarılmış, Selanik ve İstanbul’a yerleştirilmişlerdi.
Ticaret, sarraflık, bankacılık gibi işlerle uğraşan Yahudiler kısa zamanda zenginleştiler. Yahudi cemaatinin temsilcisi İstanbul’daki Hahambaşı’ydı. Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Yahudilerin rahat hayat tarzı Orta ve Doğu Avrupa’da yaşayan, özellikle  İtalya, Fransa’da baskı ve soykırıma tabî tutulan Yahudilerin sığınağı olmuştu.

Osmanlı Devleti’nde Rum, Ermeni ve Yahudilerden başka Süryaniler, Nasturi ve Kildani (Keldani) toplumları da yaşıyorlardı. Her ne kadar kendi aralarında mezhepsel problemler yaşasalar da Osmanlı ülkesinde diğer unsurlar gibi genişçe haklara sahip olmuşlardır.
15. yüzyılda Osmanlı Devleti’ne sığınan Musevilerden İshak Zarfati’nin Almanya ve Macaristan’da yaşayan Musevileri Osmanlı ülkesine çağırmak için yazdığı mektubundaki şu sözler meseleyi çok iyi izah etmektedir:

✍ “Burada en iyi elbiseleri giyebilirsiniz. Burada herkes kendi asma ve incir ağacının altında oturabilir. Hristiyanlığın egemenliğinde ise çocuklarınızı mosmor ve kıpkızıl, dövülme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmadan, asla mavi veya kırmızı renkli elbiseler giydiremezsiniz.”

FATİH’İN SIRPLARA TANIDIĞI DİN HÜRRİYETİ:

Fatih Sultan Mehmet, Rumeli’deki fetihlerini genişleterek Sırbistan sınırlarına geldiği zaman, iki ateş arasında kalmış olan Sırplar, Macarlarla Türklerden birisini tercih etmek mecburiyetinde kalmışlardır.
O dönemde Sırplar Ortodoks, Macarlar ise Katolik idiler ve Romalılar ile Latinler arasında anlaşmazlık bulunduğu gibi bunlar da birbirlerini hiç sevmezlerdi. Macar Kralı Jan Honyad, Sırplıları elde etmek istiyordu. Sırp Kralı George Brankoviç, kendisini Türklere karşı isyan etmeye teşvik eden Macar kralı nezdine bir heyet göndererek “Macarlar Türklere galip gelirse, Sırplıların mezhepleri olan Ortodoksluk hakkında ne gibi müsaadelerde bulunacaksınız?” diye sordurmuştur.
Jan Honyad, “Sırbistan’ın her tarafında Katolik Kiliseleri tesis edeceğim.” cevabını vermiştir. Aynı soruyu sormak üzere diğer bir heyeti de Fatih Sultan Mehmet’e göndermiş ve Fatih’in verdiği cevap ise şöyle olmuştur:

“Her caminin yanına bir kilise inşa edilecek. (= cote de chaque mosquee, s’eleyera une egilse, ou les tines pourront adorer leur diue.)
Bu cevabı alan Sırp kralı, Hristiyan olan Macarlara değil, Müslüman olan Türklere yani Osmanlılara itaat etmiştir.

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
KPSS Tarih Kısa Cevaplı Soru ve Cevapları